Cemal Şakar – Esenlik Zamanları

Salonun loş köşesini aydınlatan çehre başka öykülerde de karşımıza çıkar, şöyle bir görünür, Şakar’ın öykülerindeki geçişkenlik. “Eşik” anlatıcının çocukluğundan yetişkinliğine nesiller arası bir yolculuk, kınalı saçın ve ninenin “kendisiyle birlikte kocamış battaniye”nin öyküsü. Nesneler de anlatının bir yerinde yansıyor, karakterin derinliğini mi artırıyor, mekânı mı zenginleştiriyor, yaşam alanını mı biçimliyor, karışık. Doksandokuzluk tesbih misal, bin tevhid çekebilmek için tespihe ikinci bir imame gibi eklenmiş on ayrı boncuk. Çeşitlenen karakter değil, onun tek bir istikameti var, tek bir boyut. Eşyalar daha önde, dükkânın kapısının önüne bırakılan hasır tabure, akide şekerleri, eskimiş tabut. Şakar’ın buluşları bir de: “Son nefes bir gündoğumunda geldi. Son zamanlarda, uzamasından müşteki olmaya başladığı yaşamını noktaladı. Yüzünü salonumuzun o loş köşesinde bırakarak göçüp gitti.” (s. 8) Meleklerin gezdirdiği kadın öteye geçmiştir, geride hıçkıran bir iki komşunun methiyeleri kalmıştır, bir de selvilerin metronomluğu? Tik-tak salınır ağaçlar, zamana ait yanılgılarını sezer anlatıcı, ninesiyle kurduğu yakınlık biçimlerini hatırlar. Dualar, efsunlar, tabii seccadeler, tesbihler, namaz hırkası. Eşyanın rolüyle ilgili: “Aynalı dolabı ve bohçayı almak istediğimi söyledim. Bu ayna belki beni yeniden tanımlar, eşyaları ondan haber getirirdi bana.” (s. 10) Mistik bir giz var öykülerde, karakterlerden doğuyor, inancın sorulmazsa bilinen, sorulursa bilinmeyen yanı diye düşünüyorum ve bu bağlamda havlu atıyorum zira okur olarak mistik bir yanım yoktur, anlamam hacca gitmenin karakteri esrarengiz kılmasından, menzile varmanın ilahî neşesinden falan, tamamen teknik bir okuma yapmak zorunda kaldım bazı öykülerde çünkü aynanın sır(r)ının ardındaki ruhaniliğe, hakikate varmayı anlarım ama dinî referanslar varsa anlamam, harcım değil, beni aşar. Ha, iki ucun birleştiği öyküler yok muydu, onlarda dünyaların birleştiği ve çakıştığı alanları gördüm, misal “Saatli Maârif Takvimi”nde. Saracın dükkânına gelen genç adam elindeki fotoğrafla dükkânların, caminin, saracın, insanların, uzamın her açıdan kaydını almaya çalışır, saraç kendi oğlunun hatırasını fotoğrafçıda bulunca yakınlık gösterip sohbet etmeye başlar. Zamanın yıpratıcılığından, çürütücülüğünden bahsederler ki diğer öykülerin de izleklerinden biridir bu, genellikle söylenceye, hikâyeye dönüşmekle etkisiz hale getirilen zarar. Fotoğrafçı elindeki karelere hapsettiği kasabayı yıllar boyunca yaşatmak isterken saraca göre mümkün olmayan bir şey bu, Arnavut Salih’inden Boşnak Mehmet’ine neler yitti de tutulamadı nesnelerin üzerinde, fotoğraf hiçbir şeyin kaydını tutmayacaktır haliyle, ancak şeylerin kabuklarını görünür kılmaya yarayacaktır. İtalik iç ses, saraç eski günleri hatırlarken fotoğrafçıyı dükkânına götürür, son bir kez çay içerler. Her şeyin masala dönüşmesidir sonuç, oğullara ve torunlara anlatıldığı zaman yaşayan hakikat, masal, hayat, karmaşık bir yapı, kalıcılık. “‘Ne diyecektin çocuklarına: benim son ânına yetiştiğim, sizin hiçbir zaman göremeyeceğiniz bir mesleğin son taşıyıcısıydı. Dükkânı bir yara gibi geniş caddeye kanayıp duruyordu.’” (s. 85) Aşar mı karakteri, muhtemelen aşar bu eğretilemeler ama hikmet sahibi insanlardır bunlar, bilemiyorum, böyle konuşanları da vardır herhalde. Fotoğrafçının iç sesinden amaçlarını işitiyoruz, saracın iç sesinden geçmişi, zaten uyuşacak gibi değil ama aynı tona sahip olması sorun çoğu metinde olduğu gibi, üstelik böyle bambaşka karakterler söz konusuysa daha büyük sorun. Gerçi “Eşik” diyorduk, eşyaların üzerine örtülmüş örtüler kalktıkça görünürler, anlam kazanırlar ya sandıklara konmuş olanları da düşününce, nine gittikten sonra anlatıcı sırtını sıvazlayan kimsenin olmadığını düşünüp üzülür, artık kalkmayacaktır kendi üzerindeki örtü. Masal mıydı, öyleydi nine, anlatılması gerektiği için hikâyenin sonunda oğlunun elinden tutar anlatıcı, yıllardır çalmadığı ahşap kapının önünde durur, kararmış pirinç tokmağa üç kez vurmaz da pirinç tokmakla üç kez vurur kapıya. Herhalde.

“Dört Güzel Şey” kitaptaki en kapalı öykülerden biri, belki referanslara hakim olmadığım için bana kapalıdır, belki anlatıcının hitap ettiği varlığın belirsizliğinde saklıdır anlam, bir zamanlar nehrin kıyısında oturup konuştuğunun özlemindedir ya da. Muhatap paçalarını sıvayarak nehri geçebileceğini söylemiştir anlatıcıya, güvenliği için nehre “bir sepet bile bırakılmamışken” karşı kıyıya çağırır durur muhatap, sonra ortadan kaybolur, anlatıcı bir başına kalır yine. Dört şeyin ilkidir herhalde “1”, suya ve göğe çizilmiş resimleri ancak muhatabıyla anlamlandırabileceğini söyler anlatıcı, tek başına beceremeyecektir. Suya bakar, hem suya hem göğe bakmış olur, masmavi ve derin okyanus diğer masmavi ve derin okyanusa ulanır. Öykülerde pek çok şey birbirine ulanır, bu ulanma bitmek bilmez, tekrarlanır. Hasır sandalyelerin dükkân önlerine bırakılması gibi. Durmadan içilen çaylar gibi. Can sıkacaktır bunlar, iyi ki sigara içen bir iki karakter var da içme çeşitliliği sağlanıyor. Çakıl taşı var anlatıcının elinde, alıntı üslup hakkında da fikir versin: “Elimdeki çakıl taşını suya bıraktım. Küçük küçük dalgalar oluştu. Her dalga başka bir dalgayı kuşattı. Her küçük dalga diğerini büyütüyordu. Taşın şiddetinden bir dalga doğarken, diğeri kıyıya ulanıyordu. Oradan dağa ve göğe. Kendimi taşın düştüğü yerdeki dalgalarla çoğalan; her dalgayla kıyıya varan ama hep taşın düştüğü yerde bulunan o insanın yanına bırakıverdim. Dalgaların hepsi etrafımı kuşatıyordu. Kendimi güvende hissettim. Etrafımda durmadan çoğalan dalgalara tutundum.” (s. 16) Olmayla olmayı anlamlandırma kol kola yürür, daha sonra göğün karasıyla aydınlığı benzer bir anlamlandırmaya yol açacaktır, kısacası kendini doğada, yaratılanın mı, kucağında bulmaya çalışacaktır anlatıcı. Çocuğun tekine muhatabından haber sorar, çocuk bir avuç toprakla birlikte muhatabın adını ve giysilerini de verir. Giysi kuşanıldı, ad takıldı, toprak baştan aşağı döküldü, kısacası anlatıcı ete kemiğe büründü de anlatıcı diye göründü? “Benim elbiselerimi ve adımı sana getiren çocuktan toprakta yitişimin hikâyesini dinlerken, sen var olacaksın.” (s. 19) Edilgen olan var oluyor, etkense arayışının tamamlanmasını bekleyip döngünün diğer tarafına geçmeye çalışıyor. Bir de toprağa düşüp yangıya küllük, buharlaşıp su olmak var, devrin daim olması böyle bir şeyse tamamdır. Yani benim adım Hıdır, elimden gelen budur, hikâyenin ömrüyle de ilgili bir öykü olduğunu söyleyip bitireceğim. Sonraki birkaç öyküde daha kaskatı müphemlik sürüyor, “Atlas”ta diyelim, Calvino’nun şehirleri iç içe geçirmesine benzer bir karışma mevcut. Atlastan seçtiği bir kentin çektirdiği yolculuk özlemine dayanamaz anlatıcı, yaşadığı kent sorularına cevap verememektedir zaten, düşer yola. Çölleri aşması gerekmektedir, çile çekilecektir, sonra kente varacaktır. Tabii varsa öyle bir kent. Tabii başka bir kentin yerine ikame edilmemişse. Tabii kent diye bir şey varsa. “Çöldeki ayak izleri benim için çok önceleri bırakılmış metinlerdi. Onları ne kadar iyi çözebilirsem bu yolculuğum o kadar emin olacak, çöle gizlenmiş kente o kadar çabuk ulaşacaktım.” (s. 24) Hedefe varılmışsa öyledir, anlatıcı bunu da bilmez, güzergâhında karşısına çıkan kentlerden anlayacaktır asıl amacını, vardığı yerin kattıklarından.

Hikâyeciliğin, anlatımın neliğine dair öykülerde yine dervişlerinkine benzer bir acı, yazarın neyi nasıl anlatacağına dair. “İzlek” olsun, masanın üzerindeki her şeyi yere savuran yazar yazamamaktadır, yazmak için başvurduğu metinlerin sesini duyamaz, zihnini dolduran kederden kurtulmak için yazması, yazması için de kendi biricikliğini duyurması gerektiğini düşünür ama ne yapması gerektiğini bilemez. Bilir en sonunda, çok istediği şeyi istemez, başka türlü ister daha doğrusu, kalemi masaya bırakır. Konuşan iki karakteri çaktırmadan dinleyen adamın öyküsü hoş, 50 kuşağının aşıldığını düşünen bir öykücü var, Çehov’u azımsayan, diğer yanda konuşulanlardan kendi hikâyesini kurmaya çalışan adam. En iyi öykülerden biri bu. Benim yazarım değildir Şakar ama öykülerini okumaktan istifade ederim, memnun olurum, oldum.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!