Vallahi de temize çekiyor kafamdaki yığını Burhan Günel, ne zaman kötü bir metin okusam, kötü iki, üç metin okusam hemen Günel’in metinlerine dönüyorum, dünyanın varmışlığını görüyorum. Evin çeşitli yerlerinde yığınlar var, hepsine birer ikişer bırakıyorum ki Günel’le her yerde karşılaşayım, orada olduğunu bileyim de rahatlayayım, zehirlenmişsem düze çıkacağımı bileyim, memleketimizde öykü namına iyi metinler yazıldığını hatırlayayım. Oturduğum yerden şöyle bir bakıyorum, Osman Şahin var böyle, Tarık Dursun K. var, Erendiz Atasü, Özen Yula, Kemal Selçuk, Ayla Kutlu, Ayşe Kilimci, Münir Göle, Doğan Yarıcı, Ertuğ Uçar, öyküye uğrayan, toslayan, dokunan kim varsa yığından parlıyor, gözümü alıyor da duruyorum, hepsini arka arkaya okursam kötü bir metinden sonra ne okuyacağım. Yekten hüküm vermek istemiyorum ama Zarife Biliz’in edebiyatın güncelliğine inanmamasını kendime yontuyorum az, aşırı parlatılan metinlerin cos diye sönmesinden gına geldiği için biraz geriye bakmakta, cilala-parlat döngüsüne girmemiş metinleri aramakta fayda var diye düşünüyorum, arıyorum. Günel’i yıllar önce böyle buldum, Sevgi Bağı‘nı yıllardır durduğu yerden çekip aldım. Günel’in ilk öykü kitabı, 1974’te basılmış. Yirmilerinin ortasında ne mahirmiş Günel, biçimce pek bir yenilik sunmamış da gelişkin üslubuyla, diliyle, yerel unsurları yedirdiği diyaloglarıyla ferah bir havaymış, hâlâ öyle. Toplumcu gerçekçi olarak anılıyor Günel, Anadolu’nun acılarına bodoslamadan dalar da acıyı büyütüp her şeyin önüne koymaz, estetiği hep önde tutar, öykü görgüsünün enginliğini gösterir. Öyküler üzerinden birkaç çıkarım: “Tren” genişleyebildiği kadar genişleyen, sıkış tepiş insan dolu, anlatıcının zamanda atlayıp zıpladığı, yine de öyle pek dağılmayan başarılı bir öykü. Rahmi’nin yakın arkadaşı Hüseyin’den borç istemesiyle başlıyoruz, Hüseyin de züğürt ama sofrasında ucuz şarap ve peynir var, işi gücü yoluna koymadan önce ziftleniyorlar bir güzel. Asuman’dan mektup gelmiş de memlekete dönmesi lazımmış Rahmi’nin, hemen geçmişe gidip yediği nanelere bakıyoruz. Aslında akıllı bir çocuk, dersleri iyi de Asuman’a yazdığı mektuplar ortaya çıkınca şutlanıyor, Asuman’ın babası tehdit ediyor üstüne, doğruca amcanın yanına. Üç beş kuruşa talim, yetmiyor, bir de Asuman yazmış, evlendirecekler kızı. Rahmi trene atlamalı da hangi parayla, uykuya dalmadan önce aklından son geçen tren yine bir zıplamayla karşımızda, istasyondayız, memurlardan birine kodamanın teki telefon ediyor ve iki bilet ayarlamasını istiyor. Yer yok, adam esip gürlüyor ve kapıyor telefonu. Burada orman yasalarının geçerli olduğunu ve yolcuların sıhhatini kimsenin umursamadığını görüyoruz, trene hemen bir vagon daha takılıyor ama tehlikeli iş, lokomotif çekmeyebilir, çekmezse yolcular tepetaklak. Olsun, kodamanın dediği oldu, yer var artık. Zıplama, Hüseyin kahvede kumar oynuyor, Rahmi gelip kaldırıyor Hüseyin’i, saatlerini satıp bilet alacaklar. İstasyona gittiklerinde trenlerden birinin arıza yaptığını öğreniyorlar, lokomotif cortlamış, yeni lokomotif akşama dek gelmezmiş. Cin Hüseyin sırıtıyor, çakal bakkala koşturuyorlar. Yumurta, peynir, ekmek, ne varsa. Bakkal numarayı öğrenmek istiyor, malı vermezlenince Hüseyin baklayı çıkarıyor, bakkal sırıtıyor ve mallarına zam yapıyor oracıkta. Bu zam yolculara yansıyor, bizimkiler kiraladıkları bisikletle yolda kalan trene gidiyorlar, fahiş fiyata satıyorlar ne varsa. Herkes aç, yemek vagonunda hiçbir şey kalmamış, vurgun. Trendeki bir dünya şamata cabası, davarın teki memurlara ıstırap, şamama suratlı davar da muhtemelen aynı davar, bizimkilere ıstırap. İsim verilmiyor da lokomotif gelince trene atlayan adam Rahmi’dir herhalde, parayı delikanlı arkadaşına bırakıp atladığı gibi doğru Asuman’a. Otuz küsur sayfada memleketin ahvali resmen, demiryolları Allah’a emanet ki hâlâ öyle, köylüler acı sularını fahiş fiyattan, 15 kuruştan okutuyorlar bir güzel, bu da hâlâ öyle. İyi öykü deyip geçtim, “Bayramlardan Kalan” Oktay Akbal’a ithaf edilmiş, ilk cümlesi de ne güzelmiş: “Ben dayımı severim.” (s. 37) Çocuk doğrudan seviyle başlıyor, dayısının attığı madiğe rağmen yine seviyle bitiriyor, çocuk aklı. Acıdan payını almıştır, o da çocukçadır, başka ne anlayacaksa. Annesinin, babasının bükük boyunlarından anlar, dayısının uzun süredir dövmemesinden anlar, arkadaşının oyuncağını çalmaktan anlar biraz, okumak için gittiği yerde bunlara yüz vermezse, istemezse kötü gitsin işler, o zaman belki devam edecek dayısını sevmeye de zor, trenle yolculuk bitecek gibi değil, üstelik gittiği yerde kendisini bekleyen kimse yok ama dayısı trenden inmesine izin veriyor, çocuk kasabaya doğru koşmaya başlayınca dayının gözünde bir damla yaş aradım, çocuğu bıraktığı için, hadi, üç damlacık çise. Yoktu, kalbimi kırdı.
Orta karar öyküler yok değil, “Üç Ali” vasata inmez, diğer öyküler kadar başarılı da değildir, kendi çapı yeterlidir. İki Ali zengin mahallesinde dolanan iki yoksuldur, iş güç yaştır, gecenin bir vakti zengin evlerinden birinin bahçesinden çiçek koparmaya karar verdiklerinde derince düşünmemişlerdir. Öten düdükle sudan çıkmış balığa dönerler, bekçi silahını çekip kanun namına durmalarını söylemez, “Gıpırdayanı mıhlarım!” diye ünler. Bizimkiler hemen ayılırlar, yalvarıp yakarırlar da anca yumuşatırlar üçüncü Ali’yi. Kardeşliktirler artık, az dolandıktan sonra yerini yurdunu belletir Bekçi Ali, başları sıkışırsa gelmelerini ister, eyvallah çekip uzaklaşır. Bizimkiler atlattıkları tehlikenin büyüklüğünü zenginlerin koca koca evlerine bakınca anlarlar, etrafta öten düdüklerin yanında o koca koca yapılara karışan insanlar vardır, düdükler o insanları korumak içindir, Aliler aç karınla dolanıp dursunlar. Ne başka, “Sevgi Bağı” yine kalp kırar açıkçası, Günel karakterlerine bir bakış baktırır, bir söz sesletir, birini ortada bir bırakır, lanet eder insan. Okur. Yine yokluğun hırpaladıkları. Anne mektubu okur, Haydar’ın İzmit’e gittiğini söyler eşine. İş bilmezliktendir, babanın bir çıkar yol bulamamasındandır olanlar. Mektup olduğu gibi, yazım hatalarıyla verilir, Haydar ev tutması için annesini çağırmaktadır çünkü bekâra ev verilmemektedir, bir de hava atar Haydar, emrinde beş kişi çalışmaktadır. İstanbul’daki abisine ses etmemiştir, geçenki gibi dayak yemek istemez. Zamanda zıplama, abi evden ayrılıp İstanbul’a gitmek ister, annesine isyan eder. Orada kalırsa annesiyle babası gibi olmaktan korkar, onların insanlığını sevmediğini sezdirir, beddualarla uğurlanır evden. Parasız yatılılık, akran zorbalığı, zor öğretmen olmuştur abi, evlenip kendi hayatını yaşamaya başlar ama çok zordur işi, maaşı yetiremez. Haydar yanına geldiği zaman haytalık eder üstelik, hiçbir işte tutunamayıp dikbaşlılık yapınca tokadı yemiştir de ondan yakınmaktadır annesine. Kadın düşünür, büyük oğluna mektup yazar, İzmit’teki kardeşine ara sıra bakmasını ister oğlundan. Üçüncü gün mektup ulaşır, abi son parasıyla otobüse atladığı gibi İzmit’e gider. Odacı Nuriye’nin oğlu annesinin lafını son kez dinlemektedir, kardeşinin işlerini hale yola koyduktan sonra hemen dönmeyi düşünür ama Haydar’ın işyeri tepelerde bir yerdedir, bir de minibüs masrafı çıkar. Öyleydi böyleydi varır, Haydar yaşında bir çocuktan başka kimse yoktur. Çocuk anlatır, Haydar’ın annesi gelmiştir de ev tuttuktan sonra dönmüştür, biraz beklerse gelecektir Haydar. Abiyi aileye tutturan son bağı da öylece kopar, oraya kadar gelip de iki saat öteye, İstanbul’a, büyük oğlu görmeye gitmemek, abi bunu kaldıramaz ve cebindeki paraları hesaplar yine, bakışları bulanıktır.
Ne demeli, bütün bunların tekrar basılması lazım. Burhan Günel’den işçi sınıfının acılarını dinlediniz.
Cevap yaz