Schwartz’ın öyküleri şöyle, uydurayım hemen: Elbar Şengözü sokakta yürüyordu, maksadı iki mandaya rastlamaktı. Cenevizlilerden kalan kalenin önünden geçerken beyaz bir manda gördü. Manda da onu gördü. Bir süre bakıştılar. Elbar mandanın yanına gitti, başını okşadı, sonra mandanın koşup orada olmayan bir şeye sürtündüğünü duydu. Korktu Elbar, eve gidip hemen uyudu. Gece tezek kokusuyla uyandı, yanında tıslayan bir şey vardı. Masa lambasını yakınca mandanın hemen yanında yattığını gördü ve çığlığı bastı. Daha kötüsü, arkasından gelen tıslamayı duydu. Bu bir halk hikâyesi olabilir zira mandalar, tıslamalar ve hayaletler toplumun önem verdiği şeylerdir, hele hikâye anlatmak ata sporumuzdur. Muhtemelen başa kötü bir iş gelmesin diye anlatırdı ustalar, mesela sürüden ayrılanı kurt kapabilir, köpek dişleri uzun insanlar köpek olmayabilirler, ayrıca evi barkı temiz tutmak gerekir ki birkaç harfliler musallat olmasın, umacısından öcüsüne her şeye karşı bir korunma duvarı oluşturulsun. Kaliteli yaşamın kodları var bu hikâyelerde, doğrudan yaşamın kodları da var. Can pahasına elde edilmiş tecrübeler nesilden nesle aktarılabilmiş böylece, ateşin başında ödümüzü koparırlar ama ders de verirler bir yandan. Hayvanlara eziyet etmeyiz, böylece bir şeye dönüşüp pipetlerini beynimize sokmazlar. Gibi. Kırsalın hikâyeleri daha eski, şehirlerde geçen hikâyeler bir süredir var. Birine anneannemin eski bir kitabında rastlamıştım, rüya tabirleri kitabı ama içinde büyüler ve hikâyeler de vardı. Büyülerden birini yaptık, işe yaradı sanırım ama bu başka bir hikâye. Kitaptaki bir hikâyeyi hatırlıyorum, sonradan Sennur Sezer’le Adnan Özyalçıner’in birlikte hazırladıkları Bir Zamanların İstanbul’u nam kitapta da rastladım. Adamın biri hamama gidiyor, mekanda yalnız. Gece vakti olabilir, eskiden geceleri de açık hamamlar varmış. Adamımız yıkanırken tuhaf birileri geliyor, davul zurna, “Çarşambadır çarşamba!” diye bağırıyorlar. Ha, adamımız kambur bu arada. En sevdiği yemek enginar. İşte, bağırış çağırış, adam hemen köfteyi çakıyor, korkudan bembeyaz kesiliyor ve ne yapması gerektiğini hatırlıyor, o da güruhun arasına girip bağırmaya başlıyor. Bunu kaldırıyorlar, duvara güm diye atmıyorlar, fişuv diye atsalar güm diye duvara vurur ve aynı ünlemle düşer adam. Bir de bakar ki kamburu gitmiş, dimdik duruyor. Demek ki olmadık yerde olmadık işler yapan varlıklara eşlik etmeliyiz, yararımızadır. Bitmedi hikâye, başka bir adam aynı hamama geliyor, o da kambur ama hangi yemeği sevdiğini bilmiyoruz. Öncekinin de bilmiyoruz aslında, o an canım enginar çekti. Neyse, yine bir hengâme, birileri çalıp oynuyor, bu kez adam, “Niye öyle bağırıyorsunuz, bugün günlerden çarşamba değil ki, perşembe,” diyor. Eyvah, sen misin bunu söyleyen! “Benim,” diyor, kendini stagedive yapmış gibi ellerin üzerinde buluyor, sonra duvardan sekip yere düşüyor. Sırtındaki kambura bir kat daha çıkıldığını görüyor, dört büklüm ağlayarak eve gidiyor. Hiç sorun değil aslında, iki hafta çarşamba günleri gelse sırım gibi olur o da, tabii huyu güzellerin de keyifleri yerindeyse. Şimdi bu hikâyeden ne çıkarmalıyız, hikâyenin olabilecekler arasındaki en iyi hikâye olduğunu söyleyebiliriz çünkü zaman buduyor bunları, en ideal formuna kavuşturuyor. Eğleniyoruz böyle hikâyeleri dinlerken, korkuyoruz, bir şeyler hissediyoruz, bu da güzel. Uyuyamıyoruz, bu çok kötü, mesela dün gece bu kitabı okurken saat üçe geliyordu, ışığı biri benim yerime kapasa keşke diye düşündüm ve kapamadan uyumaya çalıştım bir süre. Ben aklımdan birinin ışığı kapamasını geçirirken, “Tamam,” diye kapkalın bir ses duysaydım da ışık şak diye kapansaydı Schwartz’ın öykülerinden birinin kahramanı olurdum, bu öyküler de mutlu sonla bitmiyor anlaşıldığı üzere. “Korkunç öyküler anlatmak insanların binlerce yıldır yaptığı bir şey çünkü çoğumuz bu şekilde korkmaktan hoşlanıyoruz. Ortada bir tehlike olmadığından bunun eğlenceli olduğunu düşünüyoruz.” (s. 7) O ikiliği aşmak çok zor, bir yanımız gerçekte böyle şeylerin olmayacağından emin, diğer yanımız o kadar emin değil. Kafa oraya gidiyor bir de, gecenin üçünde çamaşır ipine asılı çarşafı çekiçle paf paf dövmüşlüğüm var. Hareket ettiğine yemin edebilirim ama biliyorum ki hareket etmedi. Ama yemin edebilirim. Etmedi ki. Ama.
Schwartz halkbilimci, hikâye toplayıcı, öcülü anlatı ustası. Ne demekse bu. Amerika civarında anlatılan hikâyelerin izini sürmüş, Avrupa’ya varmış tabii, oradan Antik Roma’ya dek giden bir damar keşfetmiş. Masalların çoğu bu halk hikâyelerinden geliyor da nereye kadar uzandıklarını bilmiyoruz, mesela metrolu hikâyelerin at arabaları hikâyelerden evrildiğini söyleyebiliriz, söyleyemeyebiliriz de, belki yakın zamanda uydurulmuşlardır ama uyarlanmış olabilir de, bilemiyoruz. Metroyla yolculuk eden kadının yanına oturan üç adam, biri inmek üzereyken ortadakine her şeyin iyi olacağını söylüyor, ikincisi de aynı şeyi söyleyip iniyor, kadın üçüncünün ne derdi olduğunu anlamak için adama şöyle bir bakınca kafasındaki kurşun deliğini görüyor. Bu hikâyenin izi binlerce yıl öncesine kadar sürülebilir, at süren bir adamın başına gelmiştir bu, gerçeklik payı vardır yani. Düşününce çoğu korku anlatısının kökünü geçmişte bulabiliriz, mesela Saki’nin “Lady Anne Susuyor”unun prototipi ilk insanlardan çıkmıştır belki, mümkün. Schwartz öykülerinin kaynaklarını kitabın sonunda vermiş, büyük göçlerin rotalarına baksak benzer bir yere çıkarız zira Çin’den, Hindistan’dan gelen hikâyeler var. Sırayla veriyor yazar, ilk bölümde dinleyicilerin ödünü patlatacak hikâyeler var, sonlarında Schwartz daha fena korkutmak için ne yapmamız gerektiğini bile söylüyor. “Ayak Başparmağı” mesela, bir çocuk bahçede ayak başparmağı buluyor, annesine götürüyor, anne o sırada yaptığı yemeğe atıyor başparmağı. Afiyetle yiyorlar, dışarıdan korkunç bir ses geliyor: “Benim baaaaaaaşparmağım nerede?” Daha yakından geliyor, daha yakından, kapının önünden, en sonunda şömineden ve bö! Hemen yanımızdakinin kolunu sertçe tutup ödü koparıyoruz. Süper eğlence. Bir sonraki bölümün başında açıklama yapıyor yazar, o bölümdeki öyküler bol hayaletli. Ted ve Sam’in takıldıkları öykü üzücü biraz, iki çocuk bir gece postanenin önündeki duvara yaslanıp muhabbet ediyorlar, yolun karşısındaki turp tarlasında bir şeyin ayağa kalktığını görene kadar. O şey insana benziyor. Biraz. Çocukları görüyor, dolanıyor, sonra yaklaşmaya başlıyor. Kaçıyorlar, geri dönüyorlar, Sam adama dokunmak istiyor, yaklaşıyor, adamın gözlerinin derinliklerindeki tuhaf ışığı görüyor. İskelete benzeyen adam çocukları kovalıyor, Ted’in evine geliyorlar, camdan baktıkları zaman adam biraz uzakta çocukları izliyor. Ertesi yıl Ted hastalanıp ölüyor, Sam’e göre arkadaşı öldüğü gece aynı o iskelete benziyormuş. Bir öykü daha, Jim ve Jill diyeyim, kızın adı verilmemiş, âşıklar ama kızın babası arıza çıkarıyor ve evladını kardeşinin yanına yolluyor. Jim çok üzülüyor, hastalanıp ölüyor, kızsa sevgilisinin çıkıp gelmesini bekliyor. Jim gerçekten geliyor, babasının kendisini yolladığını ve eve dönmeleri gerektiğini söyleyince yola çıkıyorlar. Bir ara Jill şöyle bir dokunuyor, sevgilisi buz gibi. Jim başındaki korkunç ağrıdan bahsedince Jill mendilini adamın başına doluyor. Bir süre sonra eve geliyorlar, Jill’in babası kızını görünce çok şaşırıyor. Jim mim yok ortada, ahıra gidip ata bakıyorlar, at ter içinde. Jim’in ailesiyle birlikte mezarı açmaya gidiyorlar. Jim yatıyor, ölü, başında Jill’in mendili.
Böyle bir dünya öykü var, kısacık. Meraklısı kaçırmasın. Schwartz’ın derlediği öyküler o kültürün kodlarını da taşıyor. Meraklanın yani, okuyun bence bunu.
Cevap yaz