Öktem’in boka, çişe, basura ve sevişmeye verdiği önemi anlıyorum, bunlar kurumlarımızın havai gerçekliğinden daha gerçek kurumlar. Bokun kurumluğu. Bok tanınmıştır ki bir mekanı, belirli bir seyri, yönetmelikleri vardır, çişimiz bir kanundan daha kanundur, tıpkı Çekirge Etkisi‘nde söylendiği gibi: “Bir polis copunun ucunda bütün mahkemelerdekinden daha fazla kanun vardır.” Öktem bu marjinalleştirilmiş parçalarımızı normalleştirilmiş, aslında son derece üfürük yapılarla tokuşturur, devletidir namusudur alayını aşağı indirir. Uzaydan gelen bir varlığa gözlemlettiği dünyamızı ele alalım, uzaylıya göre çıkıntılarımız ve girintilerimiz var, bunların eşleşmesi için mor cübbeli adamlar, mor cübbeli adamsız eşleşmenin cezalandırılması için siyah cübbeli adamlar gerekiyor, tabii girintilinin çıkıntılı akrabaları çok ses çıkaran metal çıkıntılı nesneleriyle esas çıkıntılıyı ortadan kaldırmazlarsa. Adı soyunca geriye anlam kalmıyor, uzaylının ne düşündüğünü bilmem ama Öktem’in dediği gibi bazı ahlaklar çok şey, hele toplum tam bir hastalık. Demokrasiye inanmamak, oy vermemek şu deli halayında tepinmemek için değil mi, oyuna kaldırmaya çalışanın elini kırmak gerekirse sıcak bir davranış. Irak’ı yeni işgal etmiş Amerika, Öktem yirmi bıçakla dünya barışını korumaya giden bir adamın deli olarak damgalanırken bombalarla kuşanmış bir ülkenin benzer tutumunun alkışlanmasına hayret etmediğini söylüyor, Iraklıların üzerlerine işenmesinde de hayretlik bir durum yok, üzerlerine çoktan işenmişti ve televizyonların akşam haberlerinde yer almıştı, televizyon kapanıncaya kadar isyan edenler olmuşsa da kutudaki görüntüler kaybolunca öznel gerçeklikte pek bir iz kalmadığını fark eden kaç kişi vardır ki? Bazı ahlaklar çok şey, hayvanları insanlar için yarattığını söyleyen ilahî varlıklar, kız çocuklarını evlendiren toplumsal varlıklar, insanlara bombalar atan bürokrat ve askerî varlıklar arasında bir varlık, her şeyi dışarıdan izliyor. “Neyse, ben artık buralarda değilim, diyerek kendimi tatmin ediyorum, kendimi kandırıyorum belki de. Ama üzüldüğüm bir tek şey var: Küçücük, tertemiz bir çocuktum bir zamanlar. Siyah önlüğümü giymiş, bir elimde çantam, bir elimde beslenme sepetim, boğazım yırtılırcasına bağırıyordum okulun bahçesinde; Türküm, doğruyum, çalışkanım…” (s. 149) Aynı çocuk biraz büyüdüğünde elinde sınav sonuç belgesi, babasına başardığını söylüyor, babası sırıtıyor. Annesine bir şeyler yazdığını söylüyor, annesi sırıtıyor. Bir şeyleri başarmanın hiçbir başarıya tekabül etmediği tuhaf bir başarı bunları yaşamak. Gazpacho’nun hangi şarkısında söylediği gibi yaşamımızı bir hayalet gibi yaşamak, yaşamımızdan bir hayalet gibi geçip gitmek. Az biraz depersonalizasyon, bedenimizden şöyle iki santim kadar sağa gidip dışarıdan izlemek olup biteni. Bu şey bir ahlak değil, sağ kalmanın ahlakı. Zombi olmamanın. “Ölü Olmadığımızı Kanıtlayan Ne Var Yeryüzünde”nin birkaç satırını çizdim, geçmişi silince geriye bedenin kalması iyi, yanlışları yok ederken. Törpüleme işlemini uç noktaya götürenlerle ilgili Ramachandran’ın, Sam Kean’in anlattıkları vardı, ölü olduklarını iddia edenlerin beyinlerindeki arızalar elektriğin gitmesi veya gitmemesi gereken bölgelerdeki lambalarla ilgiliydi, burada başka bir sorun var. Öktem’in karşılaştığı kişi ölü olduğunu söylüyor, dudakları mosmor, yüzü bembeyaz, nabzı yok. Derdini anlatması canlı olduğunu göstermiyor, Öktem de kendini ölü olarak duyumsadığını söylese de ölülerin yazamayacakları savıyla çark ediyor. Bunu açacağım, ilk denemede bokun çişin arasına giren sevgi bir anlam ifade ediyor, aslında önemli olan sevgi de değil, bir edimin, nesnenin, şeyin anlamı bu bağlamda. Zombiler‘de esas tedirginliğin “aradalık”tan doğduğu belirtiliyor, mesela Romero’nun ilk zombi filminde AVM’nin orta yerinde dolanan zombileri görürüz, amaçsızca dolanıp dururlar. Yaşarlarken geliştirdikleri tüketim alışkanlıklarının gereği, öldükten sonra yiyecek birilerini orada bulacaklarına dair bir içgüdüden ötürü belki, oradalar ve onların orada olmaları hem doğru hem yanlış geliyor. Aradalık bu, insanın tekinsiz bellediği, korktuğu durum, anlamın neyle doldurulacağının bilinememesi. Nicholas Christopher’ın Veronica‘sındaki sinema sahnesi iyi örnek, esas oğlan Leo bir sebepten sinemaya gider ve kendisini sinemaya yollayanın uyarısını, beş dakika içinde oradan çıkması gerektiğini unutur. Ayağa kalktığında salonun dolduğunu görür, boş koltuk kalmamıştır. Kıpırdamayan, soluk almayan bir topluluk. Leo korkar, çıkışa yürürken oturanlardan birinin yüzüne baktığında heykellerin bembeyaz gözlerini görür, uzar hemen. Sebepler muhteliftir ama gözlerin o hale gelmesi birdir, topluma bir kere dokunanın gözleri hemen taşlaşır, kalbi, zihni taştır artık, normlarla uyuşması için hiçbir şeye ihtiyacı olmadığından hemen kalabalığa katılır. Öktem’e göre kalabalık birey için büyük kabalıktır, kişi onca heykelle boğuşamayacağı için kendini geri çeker, kendini kendinden de geri çeker ki biricikliği kirinde yitmesin. “Alto, Sen Neden Buralarda Değilsin?” adlı deneme bir çıkıştır, Öktem dener ve başarır. “Orta Asya’dan bir virüs gibi gelip dünyaya yayılan bir zihniyetin tam da orta yerindeyim; ama buralarda değilim artık. Sadece sizin değil, kendimin bile dışındayım.” (s. 146) Virüslük ilk bölümlerde incelenmiştir, gerçi parazite benzetilir insan ama virüslüğe de yakışmıyor değil, tümördür bazen, severse panzehirdir ama bazı tümörler sevgiyi yutarak büyürler, onlara ne yapacağımızın bilgisi yok. Var: “İnsan büyüdükçe hataları affetmemeyi öğreniyor. Büyüme durdurulamazsa, kendisinin de bir hata olduğunun farkına varıyor ki; buna katlanılmaz.” (s. 3) Hata olduğumuzu başkalarında bıraktığımız acıdan mı çıkarırız, bu tamamen bir iç sıkıntısı mıdır bilmem, olmamak isteyen insanın olmaması iyidir. Zorla olmak hem olana hem de olanlığa maruz kalana ne ıstıraptır, bunu tam tamam bilen olmaz.
Öktem’in boşlukların biçimlerine dair bölümlere ayırdığı bir deneme kitabı, bölümler de bölümlere ayrılıyor, iki istisna hariç dörder adet. Bu dörderler konuca ardışık, birinin bıraktığı yeri diğeri biliyor, mesela bokun tarihini ve kişideki etkisini dört denemede görüyoruz. Ruh, beden, ceset, aşk, görüntü, gürültü, ben boşlukları. “Görüntü Boşluğu”nu izliyorum, şairlerin ve yazarların marka olma dertleriyle başlıyoruz, bir şeyi yok etmenin en kestirme yolunun onu çoğaltmak olduğuna varıyoruz. Thierry Paquot’nun “çoğaltma ve yenileme” dediği nane işte, bir derginin, yayınevinin, ortamın, haltın içinde güzel güzel törpülenirsiniz, çıkıntılarınızdan arınırsınız, aslında diğerleriyle birlikte çoğalırsınız çünkü çok pürüzsüz üretilmişsinizdir, talebe arz olmuşsunuzdur ama yemezler bir süre sonra, çoğalanın değeri azaldığı için köhnersiniz ve yenilerin alttan gelişlerini küfür kâfir karşılarsınız. Glam gruplarının elemanları zamanında ne ağlamışlardı grunge yükseldiği zaman, depresif bebelerin neden zirveye çıktıklarını anlayamamışlardı. Batı’nın bol güneşli ve okyanuslu atmosferinin yerini şakır şakır yağmurlu Seattle havası almıştı, mantıksız mı? 1980 sonrasının neoliberal kıyıcılığında daha ne kadar partileyeceklerini sanıyorlarsa artık. İşçi sınıfını öne çıkaranları, şehirlerin ormanlığından bahsedenleri bir süre daha ayakta kaldı, sonra onlar da söndüler, daha da sonra üretimin ve dağıtımın her kolu satın alınınca bu değişimlere ve farklara da lüzum kalmadı, herkes her şeyi yemeye meyilliydi zaten. Yemeyecekler için iyi yazarlar, şairler, müzisyenler var, spotlardan uzak. Neyse, Öktem’in denemeleri hızlı geçişlerle dolu, üslupçuluktan nasibini iyi taraftan almış, fiyakalı. Son bir alıntıyla bitireceğim: “İşin tuhafı, eskiden edebiyatta, sanatta basbayağı bir köy duyarlığı hâkimdi. Şiire yeni başladığım yıllarda, şehrin ortasında tek başıma kalmış gibi hissediyordum kendimi. Kitapların arka kapaklarında şairlerin özgeçmişi yazılmıyor, bir trajedi tufanı esiyordu sanki. Herkesin babası ya işsiz, ya da işçi. Herkesin en az sekiz kardeşi var, üç dört tanesi de veremden, açlıktan ölmüş muhakkak. Sürekli de hapse girip çıkılıyor… Benim şair olmama imkân yoktu bu koşullarda.” (s. 94)
Cevap yaz