“Ceviz Sandıkları ve Para Kasaları”: İnsanı acıları yıkmaz, paylaşamadığı acılarla söyleşmeye başlamak yıkar, bu yüzden etrafını insanlarla, eşyalarla falan doldurur. Yalnızlıktan korunmak için eşyaların ruhuna sığınır, toplumun tarihi tercih ettiği eşyaların tarihidir, ceviz sandıklar ve para kasaları mühim iki eşyadır bu bağlamda. Diyor anlatıcı, sonra ninesinin ceviz sandığından bir çocukluk, samimiyet, yaşam çıkarıyor. “Ninem onu, içine güzel günlerini doldurduğu müstahkem bir kale hâline getirmişti. Anahtarını peştemalinin bağcığına düğümler, bırakın sandığa ilişilmesini, anahtarına dokunulmasına bile müsaade etmezdi.” (s. 7) Arada açıp şöyle bir gösterir ama anlatıcı emin olamaz gördüklerinden, hayal midir acaba, sandığın içindekiler hayali doyurmadığı için midir nedir, barındırdığı mucizeyi giz kılmayı sürdürür. Peki para kasası nedir, ceviz sandıkları ölesiye kıskandıkları için kötü nesnelerdir, antikacılarda unuttururlar düşmanlarını. Para kasası demirdendir, ateşte dövülmüştür, ceviz sandıksa ormandandır, börtü böceğin arasında büyümüştür. “Nihayetinde ceviz sandıklar, kadına ait ve onun koruduğu koca bir mahremiyet ülkesi, tılsımlı bir ada, sahibi ile söyleşen sırlı bir arkadaştır. Para kasaları ise erkeğin her şeyi ifsat eden gücünün loş deposu, bozulmuş bir sahil, içinde kirli ellerin parmak izleri bulunan karanlık bir mağaradır.” (s. 9) Karışmayacaktım ama dayanamadım, eğretilemelerin metinden mesnetsizliği bir yana, kadına tayin edilen vazifenin çağrıştırdıkları yüz ekşitti.
“Posta Trenleri ve Kül Kedileri”: Karanlığın ortasında bir istasyon, ilk gençlik günlerini yaşayan anlatıcı oturuyor, alıp başını gitmek istemenin itkisi. Sırtındaki çantada Kafka, Şeriati ve Krişnamurti var anlatıcının, debeleniyor, hangisi olduğunu bilmiyor. Arkadaşları da kendisi gibi, bodrumlarda dumanlar arasında kaybolan yüzlerinden kitaplar geçiyor, “uykunun böğürtlen bahçelerinde” moraran hafıza gündüzün tutuk da tartışmalarla patlıyor. Uykunun neden böğürtlen bahçeleri var, metin sık sık edebî atak geçirdiği için. Yolculuklara çıkıyorlar, bankta bir dilenci uyuyor, tren olmadık anda çıkageliyor da posta yüklü katarın yolculara ayrılan kısmında oturanlar kayıp yüzlerini sergiliyorlar. “Fakirlikten, ucuz posta trenleriyle gece yolculuklarına çıkan taşra ailelerinin arasında o külkedilerinden bir tane olurdu mutlaka. Garip bir alımları vardı onların; aydan sonra doğar, güneşten önce batıverirdi sanki…” (s. 12) Kadınlar mı, mistik değillerse masal kahramanları yani, hiçbir yere gitmeyen trenlerde mutlaka biri olur ve daha da önemlisi söz konusu edilir. Söze kadın lazımdır, ulaşılamayacak bir yerde duran kadın. Haksızlık da etmeyeyim, sonraki anlatıda, “Son Vapurun Pusulası Hiçbir Yeri Göstermez”de yok, geri kalanı pek değişmiyor. İlk ve son olmak istemeyen insanlar, taşıtlar ön planda bu kez, insanlar nereden gelip nereye gittiklerini umursamayacak kadar yitik, iki kıyı arasında sonsuza kadar gidip gelirler veya orada değildirler zaten, arafta yaşar gibi yırtarlar takvimin yapraklarını falan.
“O Perde Hiç Aralanmadı”: Akılla hayat arasında arabuluculuk eden uyum perisinin dalgınlığı tutunca göğüs kafesimizin tehlikeli kapısı aralanıverirmiş. Başım döndü, daha da özetini vereyim, aşk geliyor içeri de kapı neden tehlikeli, bilemedim. Aşk çok pahalıya patlar, buhran yaşatır, emsalsiz lotusun yapraklarını bir şey eder de ney eder, her neyse, ilkokulda mı ne, “Çilli” diye bir güzel çocuk varmış sınıfta, kızlar onu ablaları bilmişler, erkekler başına iş gelmesin diye kollarlarmış. “Onu korurduk çünkü o bizim tokatla aşınmamış yanağımızdı; onu korurduk çünkü o bizim sert bir bakışla uyuşturulmamış haşarılığımızdı; onu korurduk çünkü o bizim, farkında olmadan düzeni bozan cesaretimizdi; bahçesine korku girmemiş evimizin mızmızlığıydı sanki.” (s. 18) Sonra bir gün bu Çilli’nin canı çekilir, artık o kadar da mutlu değildir, fark ederler ki okul çıkışlarında bir evin önüne gidiyor, perdelerin açılmasını bekliyor. Açılmayacak. Gizli bir acının bekçisi artık Çilli, herkese benzediği için albenisini kaybetmiş. Perdenin öbür tarafındakinin de çaresiz olduğunu varsayıyor anlatıcı, birileri âşıkların o perdeyi açmalarını engelliyor. Tarih boyunca öyle olmuş. Tarih boyunca kavuşamayan âşıklar için bir anlatı. Kapı pek de tehlikeli görünmüyor, düz kapı.
“İçim!”, meh. “İnceyim…”, meh. Ha, “yara almış bir kadırgaya ağzını hevesle açan okyanusa benzeyen ruh” iki şoku hak ediyor. Ayçil’in tekniği de açık bu anlatıda, inceliklerle biten paragraflardan sonra ince olduğunu söylüyor anlatıcı, kronolojik seyirde ilkokuluydu, üniversitesiydi, alayındaki inceliklerle liste dolunca tekâmül ediyor da kendi insanlığıyla baş başayken inceliğe kavuştuğunu söylüyor. “Her Şey Tamam Bir Şey Eksik” aynı tarifeden, bir şeyin eksikliği yeni çıkmış kitaplarda, yeni yazılmış yazılarda, sorulara verilen cevaplarda, okullardan alınan diplomalarda, aşkların en hasolarında, en derin dostluklarda ve Allah’a yakarışlarda. Böyle metinleri okurken aklıma İrfan Yalçın’ın Ölümün Ağzı nam romanının son cümlesi, oğlu vurulan annenin feryadı gelir: “Allah’ım, yok musun?” Zaten sessizlik olan bir şeyin tınlamasını beklemek. Tamlık arayışı ne tür bir nöral arızanın norma sokulmuşu acaba, bakacağım, merak ettim. Sonraki anlatıda insanın kusur avcısı olduğunu söylüyor anlatıcı, günlerin insanda bıraktığı eziklik bir tür kusur avcılığının sonucu. Sayısız insanı bir arada tutan güç ne şehirlerde, vapurlarda, trenlerde, Kafka öykülerinin karakterlerine dönüştüren ne, dille dolayınca parıl parıl oluyor mu öyle, dille dolayınca parıl parıl, oluyor mu öyle, büyük yazarı bekleyen genç adama ne önerecek anlatıcı, hayatının bir konusunun kalmadığını söyleyen adama iç ıssızlaşmasına deva olacak bir reçete yazmayacak. Bunlar bana -bütün açıklığıma rağmen- neden bir şey ifade etmiyor diye düşünüyorum, hani metinle mesafemi korumak istiyorum ama bunalıyorum da bir yandan, sabahın köründe Küçükyalı’dan Marmaray’a binmişim, çok hastayım, Beylikdüzü’ne gideceğim fuar için, üstelik incecik giyinmişim aptal gibi, yağmurda ıslanıyorum, bütün bunlar olurken kitabı sıkıntıyla okuyup bir parça olsun gizi, dilden fazlasını arıyorum, hani açabilir miyim, açamazsam beni sarabilir mi, bulamayınca yol da bitmek bilmiyor. Yolculuğu uzatıyor kitap, elbet bir noktada ineceğimi unutturup kaç durak ötede insafa gelip rahat bırakan kitapları özlemle anıyorum.
“Uzak”: Bir kız meselesidir aslında, çanta bahane. Kız meseleleriyle doludur bu anlatılar, memur kızlarına dondurma ısmarlayamayan anlatıcı otlu peynir kokulu yolculuklara çıkıp falan, hele feministlere öfkelidir çünkü neden olmasın, Uzun Samsun İçenler Aşireti’nin bir üyesidir anlatıcı ve bu aşiretin feministlerle -herhalde- bir sorunu vardır. Başka yazıda bu, bağlayacağım, anlatıcı bir kızla, anlatıcının arkadaşı başka bir kızla takılmaktadır, anlatıcı hafta sonu sattığı çekirdeklerden ikram etmektedir kıza, arkadaşıysa satmadığı bir şeyler almakta ve gözü kapalı vermektedir. Öyle öyle büyürler, sonra yoksul anlatıcının heybeyi andıran çantasına tıktığı her şeyden bir eksiklik, yaşamı dolduran eziklik çıkar. Gelelim “Uzun Samsun İçenler Aşireti”ne, şimdi bunu tersten okuyunca karşıma muhatap olmak istemeyeceğim türdeki insan çıkıyor ama yazıdan şaşıp sapmayalım esastan. Anlatıcıya göre ülkenin en garip, en yalnız, en içli aşiretidir bu, sigara dumanını bu aşiretin üyeleri kadar iyi üfüren yoktur, Samsun’dan vazgeçmezler çünkü yerli malı. Tam olarak neyi yerli, muamma. Anneleri atletlerinin dikiş yerlerindeki bitleri kırmıştır, babalarından dayak yemişlerdir, ilk mektepte azar işitmişlerdir, orta mektepte aşklarını sıraların üzerine kazırlar. “Liseyi, sınıftan çok kıraathanelerde, okulun arka bahçesinde ya da akla hayale gelmeyen bahanelerde okumuş, bütün ev ödevlerini kızlar üzerine yapmış, ancak her ne hikmetse sınıfta ‘çakmaktan’ paçayı kurtaramamışlardır.” (s. 47) Sevdikleri kızları alamazlar, evlendiklerinde karılarının asık suratlarına “duman darbesiyle” mukabele ederler, sonra kucaklarında hüngür hüngür ağlarlar? Kırılgan, efendi ve alabildiğine yerli aşiret. “Ne kapalı mekânlarda asılı duran ‘sigara içilmez’ uyarısı, ne karılarının dırdırları ne de nefesleriyle körebe oynayan ölüm onları durdurabilecek.” (s. 48) Anlatılan profil vardır, çalıyı dolaştırır. Pek öyle incelikli, kırılgan, duyarlı falan, kapanıp ağlamak hani, biraz şey.
Bilemiyorum, yazıyı yazarken de sıkıldım. Kırılsın gitsin kırılacak olan, büküle büküle ne olacaksa.
Cevap yaz