Afet Ilgaz’ın öykülerini Tahir Alangu’dan İlhami Soysal’a pek çok eleştirmen Ilgaz’ın öykülerini değerlendirmiş, yorumlar genellikle olumlu, bir Alangu sıkıştırmış araya Ilgaz’ın “diline takılan pürüzleri”. Ödüllü metinlerinden sonra 1970’lerde yazdığı bu öykülerde pürüz yok, arıza yok, tertemiz öyküler. “Anı öykü” diyeceğim ben, eşi Rıfat Ilgaz’ın anılarından devşirilmiş bu metinler. Mehmet Saydur’un Markopaşa Gerçeği adlı araştırmasında anlattığı olayları Ilgaz’ın öyküleştirdiğini görüyoruz, bir iki örnek: Sabahattin Ali gazetenin sorumlusu olarak defalarca hapse girip çıkar, sonra sıra Aziz Nesin’e gelir, en son Rıfat Ilgaz gazetenin sayfalarını tek başına doldurarak dikkatleri üzerine çeker ve yargılana yargılana bir hal olur. “Ekmek Torbası” adlı öyküde hapishaneye tekrar girerken müdürün öfkeli bakışlarıyla karşılaşan Remzi Bey aslında Rıfat Ilgaz’dır, başına gelecekleri bildiği halde doğruları yazmaktan vazgeçmediği için ikinci evine, Sultanahmet Cezaevi’ne gönderilmiştir. Saydur’un anlattığına göre hapisten kısa süre önce çıkan Ilgaz içeride şahit olduğu korkunç koşulları gazetede yazmaya başlayınca cezaevi müdürü Beyoğlu’nun ara sokaklarındaki ofise gelir, Ilgaz’dan başka şeyler yazmasını ister de Ilgaz nazikçe reddeder, koşulların iyileştirilmesi gerektiğini söyler. Müdür içeride tekrar görüşeceklerini söyleyerek hışımla çıkar mekandan, gerçekten de kısa süre sonra dediği olur. Öyküden devam ediyorum, bu kez mahkumlara da tembihlemiştir müdür, Remzi’yle kimse muhatap olmayacak ve kimse Remzi’ye yemek vermeyecektir. Haklarını savunduğu adamların muamelelerine kırılır Remzi, kızar, kimler için mücadele ettiğini düşünür. Üç günlük açlıktan sonra yeni mahkumlardan biri gizlice ekmek peynir verir, bir başkası da gizliden destekler, adamın kalbini yeşertirler. Pes etmemenin hikâyelerini anlatmıştır Afet Ilgaz, bazıları Rıfat Ilgaz’ın yaşamından ve eserlerinden tanıdık gelecektir de Afet Ilgaz’ın parçalı kurgusunda yeni bir yüz kazanır. İdamlık İsmail’in başından geçenleri birçok öyküde görürüz, bu yiğit delikanlı doğrunun, dürüstlüğün peşinden ayrılmaz da ilk öykünün sonunda idam edilmiştir bile, ölümünden berisi vardır diğer öykülerde. Kısa bölümler birbirini tamamlayıcıdır, olay örgüsünün ardından hapishane atmosferi gelir, camdan görünen Üsküdar kıyılarının ardından karakterlerin özgürlük adına yaptıkları sıralanır, sıkı sıkıya örülmüş pürüzsüz bir yüzey. Bazen tek bir karakterin geçmişi, bazen ikisinin iç içe geçmiş hikâyeleri, belki görüş günlerinin heyecanı sırf, değişiyor. Rıfat Ilgaz’lı bir öykü daha: “Tanıklar”. Afet Ilgaz tahminimce Rıfat Ilgaz’ı iki karaktere bölmüştür, teyit edemedim çünkü Saydur’un metnini bulamadım ama öğretmen karakterin de Ilgaz olduğunu hatırlıyorum, yanlış hatırlıyorsam öğretmen Sabahattin Ali. Neyse, Öğretmen Mehmet ve Gazeteci Remzi diye iki karakter var, gerçi şimdi düşününce bu ikisi yan yana gelmiyorlar hiç, Afet Ilgaz aynı kişi oldukları için mi kurgulamamış öyle? İşte, bir görüşme günü, Öğrenci Sami ve İdamlık İsmail’in gelenleri yok da okuyanları var, karşımıza çıktıklarında İsmail’in “kapalı”nın üçgeninden içeriye gazete attığını öğreniyoruz, Sami de Nâzım’ın şiirlerinden birini yazarken görüldüğü için atılmış içeriye. O sıralar Bulgaristan’a giren Almanların yarattığı panik var ülkede, karartma geceleri başlamış, herkes çok gergin. Öğrenciyle öğretmen dost oluyorlar, ilk öyküden gördüğümüzce İsmail’le öğretmen çoktan dost. Görüş günü öğretmene ziyaretçisi olduğunu söylüyorlar da adamı çıkaran yok, onbaşı yokuş yapıyor, millet göreceğini görüp gelirken öğretmeni unutuyorlar adeta. Çok kibar adam ama sinirleri laçka oluyor sonunda, askere diklenip hemen aşağı inmek istediğini söylüyor. Asker öfkeyle komutanına gidiyor, öğretmeni şikayet ediyor, sorun çıkacak görüşmeden sonra. Öğretmenin bir şiir kitabı çıkardığı için hapse atıldığı söyleniyor öykülerde, hatta mahkumlar şiirin bir nevi türkü olduğunu öğrendiklerinde şaşırıyorlar, türküye söz yazan biri neden hapse atılır ki, ne yazmış olmalı ki hapse atılsın? Anlamıyorlar, yine de korkuyla karışık bir saygıyla yaklaşıyorlar öğretmene. Görüşme gerçekleşiyor nihayet, öğretmenle eşi hasret gideriyorlar, oğlu Aydın’ın sağlığını sıhhatini soruyor öğretmen. İyiymiş, Aydın o sıralar beş yaşında, annesiyle birlikte işe gidiyormuş. Tarihe dönüyorum, Rıfat Ilgaz 1944’te yayımlanan Sınıf adlı şiir kitabı yüzünden altı ayını hapiste geçirmiş, oğlu Aydın Ilgaz o sıralar gerçekten de beş yaşında ve öğretmen annesiyle birlikte okula gidiyor muhtemelen. Afet Ilgaz müthiş anlatmış Rıfat Ilgaz’la ilk eşi Rikkat Uzsay arasındaki enstantaneyi, kesik konuşmaların arasına giren sahne: “Karısının elini tutmak için kaldırıyormuş gibi kaldırdığı elinin parmaklarını tel örgülerin karelerine geçirdi.” (s. 48) Bir nokta daha, Afet Ilgaz’ın içerilerden, derinlerden anlattığı hikâyeleri eleştirenler kadınların dünyasına yepyeni bir açıdan bakabildiklerini söylüyorlar, Tahir Alangu’nun Varlık‘taki yazısından, yıl 1965: “Gerçekçi öncüler arasında kendini gösteren birkaç kadın, kendi ergenlik çağlarının bunalmaları delişmen mutluluklarını anlatmayla bütün istidatlarını harcadılar. Afet Muhteremoğlu, daha ilk adımında çok denenmiş, sonu kapalı olan bu yolun dışında aramış hikâyeyi. Kadınlığın ve analığın, aile hayatının kutsallık katlarına yüceltilen büyük anlamı altındaki acı gerçekleri, kimsenin üstüne eğilmediği bir ‘kapalı ve mahşeri dünya’nın kapısını açıyor bize: evlerine ve ailelerine kapalı, kat kat baskılar altında, sınırlanmış, her yanı yasaklar altında çevrilmiş ana, nine, kız, gelin kalabalığının bizde henüz isyan basamağına ulaşmıyan kıpırdanışları.” (s. 127) Eh, bunaltılar ve kadın yazarlarla ilgili söyledikleri çok su götürür, muhtemelen Erbil ve Meriç gibi yazarlara yönelttiği eleştiriler eleştirilir de Ilgaz gerçekten bir yenilik olarak çıkmıştır ortaya, bu öyküde de öğretmenin iyi olduğunu söylemesinin aslında tam tersine işaret ettiğini belirtiyor. Eşinin yaptığı yemeği beğenmediğinde de iyi deyip geçermiş mesela, oysa evde görülen işler, kadının emeği de mühim bir esermiş ve basit cevaplarla geçiştirilmemeliymiş mesele. Kurguya şahane yerleşmiş eleştirilerden sadece biri bu, hiç taşmıyor. Başka bir değini, okumuş ve okumamış arasındaki gergin ilişkinin niteliği komutanın sorgusunda ortaya çıkıyor, Arabacı İbrahim’e öğretmenin askere “ulan” deyip demediği sorulunca. Öğretmen ve komutan odada, altı kişi sorguya getirilmiş, göz göze gelmiyorlar. Türk aydınıyla kitap, öğretmen yüzü görmemiş Türk halkı arasındaki ilişki. “İki yan da birbirinden korkar, birbirinden kötülük bekler, birbirleri için denmiş kötü sözlere inanır, birbirine yaklaşmayı da dener, yaklaşır, ama bir yerde bir yanlışlık olur, yanlışlıklar olur, tekrar uzaklıklar büyür, derinlikler çoğalır.” (s. 51) Nedir, hiçbiri öğretmeni ele vermez, gerçi kendilerini de ele vermezler, hiçbir şey duymadıklarını söyleyerek işin içinden çıkarlar. Ortada şahit yoktur, yine de davalık olacaktır öğretmen de o mesafe biraz aşılmıştır artık, İbrahim’le öğretmen arasında bir ışık belirir, koğuşta karşılaştıklarında gülümseyerek konuşurlar.
“Arabın Yalellisi”yle nokta, hapishane ortamından şahane kesit. Savaş paldır küldür sınırlarımıza yaklaşırken gecenin bir vakti ajans haberlerini dinlemeye çalışan mahkumlar havadis edinmek isterler, Urfalı Şükrü kara bahtını düşünüp uyuyamamasını radyonun sesine verir ve arıza çıkarır. İki kez uyarır, en sonunda şikayet edeceğini, Moskova radyolarından birini dinlediklerini ispikleyeceğini söyler. Gürültü çıkar biraz, sonra uyurlar da sesler duyulmuştur, sorgu için askerler gelir. Şükrü komutanın karşısındadır, bir sözüyle koğuş arkadaşlarının canına okuyabilecekken düşünür, Arap yalellisi dinledikleri için şikayetçi olur. Yüzbaşı rahatlar bir, adamın söyleyeceklerinin yol açağı insanlık dışı olaylardan kaygılanmıştır, sıkıntılıdır, neyse ki beklediği gibi bir şey değildir duyduğu, öfkeli bakışlar atarak çıkar koğuştan.
Elli yaşına girdi bu öyküler, konuları ne yazık ki güncel. Tavsiye ederim, okunası.
Cevap yaz