Haldun Taner – Tuş

Taner’in ikinci öykü kitabı yedinciyle aynı sesleri taşıyor, Sancho’nun Sabah Yürüyüşü‘yle arasında on altı yıl var, sözcüklerin “güncellenmesi” dışında biçemsel hiçbir fark yok. İstikrar iyi midir bu mevzuda, iyidir, kötü de olabilir, Taner ne yazmak istediyse onu yazdığına göre bütüne bakmalı ve sunduklarının niteliğini değerlendirmeli. Sırf bununla toptan bir değerlendirme iyi mi, benim için değil, dalgalı veya yokuş yukarı seyri tercih ederim, değişen bir şeyler olmalı, sabit öykücülüğe ne kadar katlanılabilir, bayağı katlanılabilir, can sıkana kadar. Sadece iyi bir hikâyeyi bilmek istemiyorsak, öyküyü iyi bir hikâyeye indirgemiyorsak. İkinciyle yedinci arasında değişen bir şeylerin olmadığını farz ediyorum, vardır, bakmak gerekir. Sahnelerini biliyorum ben Taner’in, karakterlerini sahneye çıkarır, devindirir biraz, bazılarını indirir, bazılarını sokuverir, perde kapanasıya çatışmaları genişletir, finale bağlar, son. Önce sahne, öykülerin başına bakarsak görürüz ki semtin karanlık sokaklarıdır, doktorun köşküdür, kahvedir, kulübenin yanındaki kavaktır, gözün gözü görmediği sofadır, ne bileyim, hariciyenin camından bakıldığında öylece uzanan Haydarpaşa Lisesi’dir, hep mekân kurulumu önce. Marmara Tıp’ın olduğu binadan bahsediyor Taner, gerçi buraya taşındı o da galiba, Külliye’ye. Küçükyalı’nın tepelerine, Kayışdağı’na doğru taşıdılar Marmara’yı, taşıyorlar, bizim buralarda genç nüfus artınca sebebini merak etmiştim de koca okul geldi, ne olacaktı. Yani zaman içinde değişiyor bunlar, 1950’leri göz önünde bulundurarak okumalı. Evet. Nöbetçi hariciye asistanı gece iki kez uyandırılmış, dışarıda tipi, yoldan geçen tramvay? 1950’ler. Askerî hastane, nöbet bitti bitecek, ellerinin güzelliğine bakan asistan keman çaldığı zamanları, keman çalmaya başlamasını sağlayan amcasını düşünüyor, karakterler bulundukları yerde hep geçmişe dönüyorlar zira huzursuzlar, Taner onlara huzur bulacakları bir mekân sunmuyor hiçbir zaman. Köylü kadının biri bıçaklanmış kapının önünde, koşturuyor, aslında bıçaklanmadığını anlıyor Haççe’nin, doğuruyormuş sadece. Altında bir şey sallanıyor kadının, asistan bir an gözlerine inanamıyor, sonra inanıyor, oluyor öyle şeyler çünkü. Kadın mebusun evine gidip çamaşır yıkayacakmış ama doğuruvermiş. Tam da doğuramamış, bebek sallanıyor, hemen sedyeye yatırıp alıyorlar içeri. İbram Bey, “apurtmanı var Yeldirmeni’nde”, “tohtur” bir haber uçursa da beklemeseler. Asistan kızıyor, bir de sekreterliğini mi yapacak kadının, kalçalarını sallayan hemşirenin iğneleyici laflarından sonra arıyor yine. İnsan. Yıllarca evvel Yakup Kadri’nin Yaban‘ını okumuş, biliyor, şehre göçenlerin onlardan pek farklı olmadığını bellemiş, otuz yılda ne değişecekse zaten. Nöbet defterine son kayıtlar, kayda değer bir hadise olmayınca ben ne yazıyorum, “nöbet görevi sorunsuz tamamlanmıştır” gibi bir şeyler, oysa doktorlar dolduruyorlar, asistan için de pek yoğun bir nöbet olmasa gerek. Öykülük yoğunluk, yoksa o sahnede koşturmaca yaşanır, karakterler birbirine girer, biz bir durumu, durumu iteleyen birkaç olayı görüyoruz sadece, biraz da sıradanlığı: “Doktor kadını doğum kısmına teslim ettikten sonra hızlı hızlı hariciyeye geldi. Masanın başına geçip oturdu. Soğuk havada koşmak onu birden canlandırıvermişti. Bu hızla oturdu, bir solukta, taburcu olan şehir bandosu trampetçisinin raporunu yazdı. Sonra ambara düşüp bacaklarını kıran çarkçının radyografisini ışığa tutup, tetkik etti: Sağ femurde bir, sol tibianın bilek nahiyesinde ise iki fraktür vardı.” (s. 86) Doktor, hastane öyküsü bir bu yok, Taner aynı teknikle bir hastanenin iç işleyişini kopuk bir organın hastaneye yetiştirilmesi üzerinden de anlatmıştır başka kitabında, öykülerin paylaştığı mekânlardan biridir hastane. Kahvehane öyledir, insanların toplandığı yerler genel olarak. Alıntıya döneyim, ellerden kemana nasıl geldik diye düşününce bağın kolaylıkla kurulabildiğini anlıyoruz ama bando trampetçisi, bilinçaltını harekete geçiren asıl etken bu sanıyorum, hastalar. Kar sesleri boğmuş, kasvet vermişti mekâna, o soğuğa maruz kalınca fişek yutmuşa dönen asistanın dekoru kullanışı da ayan beyan. İyi bir oyunu izlerken aldığımız keyfi veriyor öyküleriyle Taner, süper. “İstediği Şarkıyı Dinleyebilmek” yıllar öncesinden Yalıda Sabah rüzgârları estiriyor, denemeyi öykülemenin iyi bir örneği. Doktorun köşkünde radyo çalınıyormuş, Moda’daki Doktor Mahmut Ata Köşkü olsa gerek, müzik mi geliyor, kahve ne dinliyor, particilik hastası arkadaş sevmediği bir siyasi konuşurken küfredip kapıyor radyoyu, güreş müsabakası varsa Nasuh Akar’ın her hareketi alkışlanıyor, İsviçreli rakibi yenilince şenlik yeri. Aa, meğer radyo öyküsü değilmiş sade, köşeyi dönüp karakol sokağına sapınca bu kez keman konçertosu başlıyor, o radyo istasyonunu dinleyen Şellâle olsa gerek, ince kız, bir iki hikâyecik de ondan çıkacak. Nezleli seslerden hoşlananlar o türden şarkı söyleyenleri dinliyorlar, sevdiklerini de söylüyorlar şarkıları, ruhun en derinindeki teli çıngala çıngala oynatıyormuş. “Nasıl… 19. asrın psikolojik romanlarını hatırlatmıyor mu? Dünyamız gittikçe maddileşiyor beyler. Bugüne bugün kalın bacaklı kız lisesi talebeleriyle hassas ruhlu muallime hanımlar da olmasa, bu içli tiratlara nerede rastlayabileceğiz?..” (s. 77) Anlatıcı araya girer, aradan hiç çıkmamıştır gerçi, dolaylı anlatımıyla gösterir dünyasını. Yetmiş yıl öncesinin Moda’sını merak mı ediyorsunuz, Taner’e bakacaksınız. İzel Rozental’a da bakacaksınız. Pek çok sanatçının anılarına, kurmacalarına bakacaksınız aslında, Selim İleri’sinden bilmem kimine. Ha, delinin teki bütün radyoları toplattırmış mı, istasyonları mı kapattırmış, borazancısını koymuş da gece gündüz millete meczupluktan başka bir şey dinletmemiş, neyse ki tepetaklak olunca herkes istediğini dinlemeye başlayabilmiş yine. Avrupa’nın göbeğinde olmuş bu üstelik, “harp eninde sonunda istediği şarkıyı dinlemek isteyenlerin zaferiyle neticelenmiş”. Başkası, soğuk olanı başlamış bu kez, Maltepe semalarında düşman uçakları için aramalar taramalar, İstanbul civarına yerleştirilmiş radarlardan ışıklar, bir şeyler, bu arada radar operatörlerini yetiştiren bir ABD subayının macerası da iyi öyküdür, ABD’deki arkadaşına mektup yazan kızın ağzından dinleriz. Teksaslı Mördak diyelim, kızla gezer tozar, yüzük verir bir tane, kızın ailesiyle tanışmak ister çünkü kızı alıp memleketine götürecektir. Nedir, adam ortadan kaybolur, kız karakola gidip adamdan bahsettiği zaman polisler çakarlar mevzuyu, meğer İzmirli bir gençmiş o dümeni çeviren. Bu öyküye başka bir yerde rastladım aslında, bakacağım neredeydi. Mekânın topyekun değişimi yüzünden mutlu mesut yaşayan insanların kavga etmeleri ilginçtir, anlaşılırdır, “Kooperatif”te görürüz. Memurlar mütevazı evlerinde yaşıyorlar, aile ziyaretleri çok güzel, sonra bir gün müsteşarın tekinin, onunla birlikte bilmem ne müdürünün evlerin önündeki boş arsaya malikâne dikeceklerini duyuyorlar. Onlar gelir de yol, su, elektrik gelmez mi, hemen asfalt yol yapılıyor, her türlü hizmet, değeri artıyor evlerin. Karşıya gelip gidenlerin şıklığından etkileniyor evlerin ahalisi, “onlar” gibi olmak istedikleri için namussuzluklar mı yapmıyorlar, şerefsiz haysiyetsiz gibi hırsızlığa mı başlamıyorlar, Taner özellikle bu düşüşü iyi göstermek istediği için yardırıyor bir güzel. “Evvela iki partiye, sonra üçe, sonra dörde ayrıldılar. Kocalar dolduruldu. Çocuklar kışkırtıldı. Ufak tefek arbedeler, mahkeme kapısına kadar uzamak istidadı gösteren ağız dalaşları oldu. Fakat sonra barıştılar, sonra yine bozuştular. Daha sonra darılıp barışmaya alıştılar.” (s. 75)

“Bir Kavak ve İnsanlar”, ne öykü, ihtiyarı kavağın altına gömüyorlar. İhtiyar kavağın altına gömülmek istiyor, kavak olmak istiyor mu bilinmez, kavak oluyor, kavağın ihtiyara benzediğini söylüyorlar. Sonra kodamanın biri geliyor, kavağı kestirip bir şey yapacak, kavak kuşlarla iletişime geçiyor derken güzel bir intikam var sonda, tabii yıkımın önünde bir tanecik kavağın duramayacağını da görüyoruz.

Öyküdür, okunur.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!