Her sese göre bir şarkı var, anlatıcı sesine uyan şarkıyı bulduysa mutlu, ola ki mutlu değil, başka şarkıyı arayacak veya şarkıyı kendi yazacak. Büyük kitleler formüle ettikleri soruların karşılığını arıyorlarsa şarkıyı onlara uydurmayacak, bildiğini okuyacak, uyduğunca. Soruların cevabı yine bir soru, başka yere götürüyor. Başka soruya. Neyi değil de nasıl sorduğu artık, dil kendi içinde bir sorunsa biçimin zeminini kaydıracak, yeni biçim. “Benden herhangi bir konuda/ bir çözüm ya da bir öneri/ beklenmesin.” (s. 16) Şiir gibi mi görmeliyim metni, öyle istedim. Noktalama işaretlerinden en çok soru işaretini seviyor anlatıcı, sorulardan belli de bu işaretin lüzumsuzluğunu nasıl anlatmalı, edat yetmiyor mu bir başına, anlamdan çıkmıyor mu, cümleyi kocaman bir çengele asmaya razı gelmek niye. Kafka’nın metinlerinden alıntılar, bazı şeylerin nasıl söylendiği, bazı şeylerin çeviride nasıl söylendiği, anlatıcının işaret ettiğini çevirmen tercih etmiş olabilir mi, daha da önemlisi bizim yazarlarımızın büyük bir çoğunluğunun insanları anlamak, insanlarla anlaşmak yerine reçete yazmayı yeğlemelerince sıralanması eleştirilerin, sıklıkla karşılaşacağız bununla. William James önce yazmayı, sonra başlamayı söylemiş, meğerki Sevim Burak’ın ilk cümleye düşkünlüğü benimsensin. Tekrarlanan bir ders, bazı dersler tekrarlanıyor, devam etmek için geride bir parça boşluk, devamı kesmek için sonda bir parça boşluk: bunu öz belledim. Bazı dersleri kendimiz buluyoruz, alıyoruz, sonra ustadan ezber ediyoruz. Arka sıralarda oturuyorlar, geleceğe kalmak için mi yazıyorlar, olası. Anlatıcıya göre bu amaçla yazanlar sınıfta kalmışlardır. Sınıfta kalmayanları geleceğe kalmışlardır. Dırlar. Kalemi bir silah gibi kullandığını söyleyenler savaşa katılsınlarmıştırlar, kimi zaman ona bile güçleri, sesleri yetmez. Toplumsal bir etkiye sahipler mi, anlatıcı buna inanmıyor ama Sartre öyle söyledi mi saygı duyuyor. Bizde -biz kimse- pek öyle değildir. Sayalım ki öyledir, yeni bir ahlak, daha özgür bir ahlak yaratmaya yönelmiş, daha da önemlisi yöneliminin yankısını duymuştur. Kitlelerden değil de bireylerden, yeterlidir. Babasıyla çatışmalarını kendinden başka birinden ilk kez duyduğunu söyleyen o, okur, ben babamla hiç çatışmadım çünkü çatışacak kadar görmedim babamı, yine de bir babayla nasıl çatışılacağını kendimi baba kılarak bildim. Hiçten çocuk yaparak. Hangi filmdeydi, trafik kazasını anlatmış yazar, hızla yaklaşan aracın farlarının anlatımından emin olamamış çünkü hızla yaklaşan bir aracın önünde durmamış hiçbir zaman. Nihayet deneyimliyor bunu, çarpışmadan saniyeler önce kahkaha atıyor. Anlattığı biçimde oluyormuş, evet, haklıymış. Babayla çatışmanın gerçekliğinden nasıl emin olacağım, olamayacağım. Her şeyin açıklanmasının, yaşanmasının gerekmediğini otuzuma gelince anladım. Anlatıcının verdiği en iyi derslerden biridir bu da: önemli olan öğrenmek değil, anlamak. Bir karakterin bazı şeyleri neden yaptığını öğrenmemiz gerekmez, anlamamızdır. Boşluğu anlarız, karakterdeki boşluğu görmüşüzdür bir yerde, kısacık bir cümleyle karakterin bütün eylemleri anlam kazanır. Her büyük yapıt yeni ve henüz varolmayan yaşamın küçük birer parçası, bulunan her yeni yaşam kendi eksiğiyle geliyorsa güneşin altında anlatılmamış sayısız yeni karakter, karakterin biçimlediği yeni güneşler yok mu. Sanatçının yaratış sürecinde, diyor anlatıcı, betimlenmez bir yolculuk var -dondurulamaz için bir görüntü yok, betimin görüntüyle eşliğini de düşünmek lazım, hiçbir şey ayan değilse. Tekrar eden ders: nereden çıkıp nereye gittiğini bilmeyen sanatçı. Aşırı belirgin köşelerden dönmenin ne keyfi olur, ötesi seziliyorsa daha beter. Çarpışmanın tedirginliğiyle yaratmalı. Karanlıkta koşmak, veya çocukken yapardık, gökyüzüne bakarak koşmak. Hiçbir şeyden o kadar keyif almadım ve hiçbir şey o kadar korkutmadı. Bir nevi temsilidir yaratmak, istikameti, yönü bilmeyince. Gün geçtikçe daha çok inanıyormuş anlatıcı, yetkinlik iletişimin düşmanı. İki mesele bağlanır. Gerçeklerin hiçbir devirde yasaklanamayacağı beyliktir, bazı derslerin içerikleri gibi, neyse ki çok değil bunlar. Gerçekliğin yalnızca bellekte oluşacağı Proust’tan gelir, sonucun kurgusallığa varacağını Lacan eklemiştir ama onlardan önce söyleyen elbet vardır, başka şekillerde söylediklerine göre yoktur. Klee’ye göre sanatçı yeniden yaratmaz da yaratır, görüneni görüntülemez de görünmeyeni görünür kılar. Araçlarını kendi yaratır bunun için sanatçı, gerekirse kaç kez aynı yerde yürür de patika açar kendine. Diğer türlüsü yoldan gitmektir, ortak bilginin, inancın, alıklığın, özentiliğin yolundan, haliyle büyük okuyucu kitlesine ulaşanların çoğu bunu tercih etmiştir anlatıcıya göre, oysa kendisi kimsenin değil, sadece kendisinin tanığıdır, başka kimsenin geçmediği yerden geçmiş, kimsenin görmediğini görmüştür. Yazarak sabitlemiştir üstelik, hemen de unutmuştur çünkü yaratıp unutmak olmadan tekrar yaratmak -anlatıcının öne sürdüğü estetik bağlamda- umutsuzluk, kendini deşmek değil, kendine bakmak değil, başkalarını gözlemlemek sade. Kuruluk bu, kimi öylesini beğenir ama beğenilmek için almaz eline kalemi, anlatıcı görmesini ve duymasını bilenler için yazdığını söyler. Sorunlarını dile getirmek için, tabii bu “sorun” kısıldığı dar anlamdan çok öteye uzanır, bilince, varlığa varır. Yazdıkları birer parçasıdır, onlardan kurtulmak için yazar anlatıcı, onlarla yaşamak için değil, yazıp yayımladıklarının büyük bir çoğunluğunu saklamak gereğini bile duymamıştır, o durumun nelere mal olduğunu bilmez değildir, yazar olarak çok şey yitirmiştir ama kazanmak için yitirmek gereklidir. Birinci olmayı, başta gelmeyi yeğlememiştir, bu yüzden başkalarının yazdıklarını kendi yazdıklarından daha çok önemsemiştir. Aksi halde birkaç gün dayanırmış yüreği, hırslı olsaymış. Bir röportajda diyordu, zamanında okur etkinliklerine katılmış ama uzun süredir katılmıyormuş, sanıyorum okurda hiçbir şey bulamayacağını anlamıştır. Yayımlamak yankılanmak için tamam, ötesinde kime, neye ulaştığını görmenin, kendini görünür kılmanın kattığı nedir, götürdüğünden çok daha fazla olduğu için neyse nedir, ondan yüz çevrilmelidir. Yapıtının ederini bundan biçmemelidir, rağmen eder biçmelidir zira onsuz soluyamaması gerektir. “Yazarlık budur.” (s. 38) Yazarlığın “bu”luğu içinde anlatıcı kendi yapıtına hiçbir zaman bağlılık duymadığını söyler, tek sorunu yaşamdır, yaşamı kazımak -altındakini görmek, üzerinden atmak- ve yalnızca kendine ait -yazarın, yaşamın kendine- kılmak için yazma çabası, yaşama çabası. Sorunun çevresinde, içinde sorunu dile getirme çabası olduğu için yeterince tutkuyla bağlanamamış anlatıcı, yazdıklarının hiçbir zaman çözüm getirebileceğine inanmamış. Herhangi bir şeye çözüm olsun diye mi yazılır, niye yazılır. Diye sorunca da biliyorum, sormayınca da, el uzatmak için, örtünmek için, sesi duyurmak için, başka bir ses duyurup gizlenmek için, bir gerçeği dile getirmek için, bir yalanı dile getirmek için, bir hikâye anlatmak için ki ikisi de buna içkindir, yeteneklerinin sınırlarını genişletmek için, yeteneksizliğine inanmak için, bir şeyle uzlaşmak için, uyumsuz kalmak için, gebermek için, yazmak için ki anlatıcı masaya oturduğunda bu ikisinden birini yapmak için otururmuş, gerçi gebermek için masaya oturmak yazmakla sonuçlanıyorsa bir nevi ölümdür, Hakkari’de bir köylünün söylediklerini kendine söylemek için, Hakkari’de bir köylünün söylediklerini köylüye söylemek için, güne kök salmak için, bir tansık -bu sözcükle karşılaşınca sıkıntı basıyor, camdan atlamak istiyorum, bembeyaz bir ekrana bakıp aklımı ilk harfte bırakmak istiyorum, aklımı bir harfte bırakmanın ne olduğunu hiçbir zaman anlamamak istiyorum, deliliği hiçbir metnin anlatamayacağını düşünmek istiyorum ve düşünüyorum, deliliğin bembeyazlıkta ölen bir Walser’i nihayet terk ettiğini düşünüp rahatlıyorum. Derslerden çıkanların çok küçük bir kısmı, bu kadarından.
Cevap yaz