Yıldız’ın tipik öykülerinin yanında parlayan iki üç öykü var yine, formülasyondan nasılsa kurtulmuş da toplamın alımlılığını artırmış. “Kara Vagon” misal, trenin önünden arkasına, insanlığın sona erdiği noktaya altmış tonluk makinelerin anatomisi, insanlık dramı. Snowpiercer sanki. “Ve bir tren durdu. En önde karnında su ve kömür yaşıyan bir çekici… Arkasında meyveler, hayvanlar ve eşya taşıyan vagonlar… Birkaç insan vardı trenin içinde: sürücü, ateşleyici, işaretçi. Birkaç vagonun kapısı açıldı. Kalaslar taşındı. Atlar, camızlar, inekler üzerinden yürütüldü.” (s. 28) Tanrı’nın gözünden kaçan beş, on, yirmi, yüz insan hayvanların boşalttığı vagona alınıyorlar, ayaklarıyla hayvan boklarını vıcık vıcık eziyorlar. Orada unutulacaklar, güneş dramlarına dayanamayıp tepelerin ardında kaybolacak, pastoral hava efil efil yine. “Pof, pof, pof…” lokomotif, tekrarlanarak hikâyeleri bir arada tutuyor, kara vagona döndürüyor odağı. Tahıl öğüten mideler, çuvalın dibine inen kafalar, karanlıkta Çukurova’ya giden işçi topluluğu. Biri abdest bozmaya iner hareket halindeki trenden, yetişmeye çalışırken adımını boşluğa atar, tekerlerin altına düşer. Alacağı birkaç ekmeği kaçırmamak için ayağından olur, trenciler bağırıp küfrederler, bırakırlar geridekini. Tren soluk alıp verir o sıra, uzaklaşır, pof, pof, pof. Adamın tekinin büyük abdesti gelir, oflayıp puflamaya başlayınca erkekler toplaşır, adamı ellerinden kollarından tutup sarkıtırlar. Ayaklar uçta, kollar gergin, kıç dışarıda, adam hızla giden trenden sıçmada. Tarlalar gübreye kavuşuyor, herkes sevinçli. Pof, pof, pof. Kadının biri doğum yapacak, eşi azarlıyor, doğum yapılacak yer değil ama feryatlar yükseliyor bir köşeden, kadınlar toplanıyor, gebeyi kuşatıyorlar. Bebe inatçı başı çıkıyor da gerisi gelmiyor, kadın öldü ölecek, ebe kocakarı sakinleştirmeye çalışıyor gebeyi. Nihayet çıkıyor çocuk, neyse ki erkek, babası seviniveriyor. Pof, pof, pof. Mevsimlik işçi vagonları, kara yazı.
“Tozun Altı” yokluktan organlarını kaybeden, doğanın taş gibi sertleştirdiği insanın hikâyesi. Anlatıcı başından geçenleri, gördüklerini anlatıyor, gözünü nasıl kaybettiğini. Askere almamışlar bu yüzden, iyi mi kötü mü bilinmez ama erginlik için askere gitmek gerekiyor, artık başka türlü kendini ispatlamak zorunda anlatıcı. Konu bu değil gerçi, tozun çaldığı yaşamlar. Tozdan önce anne sütü geliyor, güneşten mi, tozdan mı, zehre dönmüş de sapsarı etmiş anlatıcıyı, daha bebekken. Aklı erenler eniğin illetini kellesinde bulmuşlar, çakmaktaşıyla “öfelemesini” söylemişler anneye, dere kenarında koca koca çakılları bebeğinin kafasına sürten anne yüzünden pınar kırmızıya kesmiş, yine de sarıdan kırmızıya dönmemiş kafa. Bunun yanında kabarıklıklar, döküntüler başlamış bebekte, anne tozu alıp iki kez elekten geçirir, çaputu tozlayıp öyle sararmış çocuğu, sidik ve bok kokusu gelmezmiş ama kabartılar daha beterini etmiş. İyi kötü büyümeyi başarıyor anlatıcı, dört yaşına gelince suda çimen insanları duyup özenmiş, o da tozda çimer. Yazın ortalığı fırtına alınca göz gözü görmezmiş de kışın çamur olurmuş her yer, tozun bitmek bilmediğini gören çocuk sıcak mevsimlerden birinde toza atlayıverirmiş, pof! Anasıyla babası uyarmışlar ama dinlememiş, bir gün yataktan kalktığı gibi geri düşmüş, gözlerini açamıyormuş. Anasını çağırmış, onmamış, işine gücüne devam etmiş ama sinekler sarmış etrafını, gözüne saldırırlarmış. “Sabahları yüzümü yur, kirpiklerimin arasından sakız gibi bir şeyler çeker alırdım. Gene de kalırmış etrafta. Sineğin gözleri ufaktır, emme keskin. Ben giderem, onlar konar yüzüme. Sonra alışmışam, kişelememişem bu püsküllü belaları. Onlar sıraylan konar yüzüme, ben heç istifimi bozmadan yola revan. Bizim sinekler beter arsızdır babo, bir konan bir daha kolayına kalkmaz. Yani benim gözlerim topraktan ürün yapıp, sineklere ziyafet çekermiş sizin anlayacağınız.” (s. 60) Hacılar hocalar, boz inek istemiş biri, ana evladının gözünü kurtarmak için kıymış da getirmiş ama yumurta istemiş bu kez hoca, pişirip göze yapıştırmalık. Üç beş gün gözde yumurta, fışkı gibi kokmaya başlamış oğlan, hoca bayat yumurta getirdiğini söyleyip suçlamış anayı. Asalatlı Mirco varmış oralarda, en namlı hoca, o şöyle bir bakınca göze şeytanın üflediğini, ancak tabiplerin iyi edebileceklerini söylemiş çocuğu. Emmisine emanet çocuk, birlikte yola düşüyorlar, ne ki artık çok geç. Emminin sertliği çocuğun feryadıyla kırılıyor hemen, acımayla eğiliyor çocuğun önünde emmi, kibriti çakıyor ama karanlıkta hiçbir şey görmüyor oğlan, bitmiş artık. Sert öykü, doğrudan, ne yaşandıysa. Aile Savaşları‘nda anlatıcı Bekir Yıldız değil ama Bekir Yıldız’ın kitaplarından ve kitapları kendisinin yazdığından bahsettiğine göre, eh, “Bir Ölçüde Bekir Yıldız” diyelim, Bir Ölçüde Bekir Yıldız ilk öykülerini annesinden dinlediği hikâyelerle çattığını söylüyordu, Ahmet Arslan’a göre o yıllarda Urfa’ya Cumhuriyet’in gelmediğini düşünürsek çıbanları Allah’ın sevdiği kullarına koyduğu işaret olarak görenler, mayına basıp havaya uçanlar, uçkur derdinden kafaları yumurta gibi kıranlar haliyle gırla, Yıldız genç yaşında oralardan ayrılmasına rağmen gördüğü de vardır, yaşanmış olaylardan yola çıkıp çatıyor öykülerini. Dürtüleriyle hareket eden insanları görünce şaşırmamalı, Osman Şahin’in, Dursun Akçam’ın, daha kimlerin kimlerin öykülerinde vardır bu karakterler, insanlar. “Kuma” mesela, numarasız öyküdür ama etkileyicidir, üzerine kuma getirilecek kadını hamamda inceleyen Feride’nin ne hissettiğini sezebiliriz. Yarım kalır ama, öykünün adından ötürü Feride’yle Gülbahar’ın hamamda karşılaşmalarının maksadı hemen anlaşılır, biraz giz gerek. Öykünün sonu Yıldız’ın alelacele bağlama hevesi yüzünden kafaya düşüyor ama olsun, iyi öyküdür yine.
İki öykünün konuları benzer, kadınların atadan kalma veya emeğiyle biriktirdiği paraya erkeklerin çökmesi. “İt Ağası”nda elde avuçta ne varsa kumarda kaybetmiş, ağalığı maskaralığa dönmüş, etrafına topladığı itler yüzünden lakap takılmış Şakir’in Kevser Bacı’ya ıstırap olması var, bu dallama adam eşini sırdaşı kılarak sözde onu kendi seviyesine yükseltir ama maksadı başkadır, gözüne kestirdiği bir kadını almak için başlık lazımdır, Kevser Bacı’nın altını ne güne durmaktadır, versedir ya kokuşuk karı. Kevser olmazlanır, ailesinen bir o kalmıştır geriye, en zor günü için saklamaktadır ama ağa da az değildir, ağzından girer burnundan çıkar kadının, beceremeyince en sonunda boşamakla tehdit eder. Kevser ağlaya ağlaya verir altınını, adam sevinçle çıkıp gider evden, umarım kafasına ağaç falan düşmüştür. “Kuyu”da Ökkeş terörü yaşanıyor bu kez, genç adam kumarda yediği paraları geri kazanmak için anasının ebelikten kazandığı paralara göz dikiyor, o sıra ikiz erkek doğurtan anasının eve gelmeden gizlediği parayı da bularak basıp gidiyor. Babası yok, tek umut okuması ama Ökkeş tam bir hain evlat, anasının umutlarını boşa çıkarıyor.
“Son Kuş”tan bahsedip bitireceğim, bir de “Güzel Çocuk”tan. Şehirde yaşayan biri memleketine gelmiş belli ki, kuzeni ve kuzeninin arkadaşıyla dağ başında takılıp rakı içiyorlar, sonra ortaya onlu yaşlarının başındaki çocuk çıkıyor. Kuzen getirmiş, eğlenecekler. Şehirli karşı çıkıyor, çocuğa yapılacak iş değil, kuzen de şehirliye karşı çıkıyor çünkü şehirdeki gibi karılar yok memlekette, öyle güzel çocuklarla dindiriyorlar cinsel açlıklarını. Cesur öykü. “Son Kuş” kitaptaki en hüzünlü öykü olabilir, kuşlarla ilgili olduğu için anlatmak istedim. Zülküf amcasının yanına okumaya gelmiş, Diyarbakır’da güneşin alnına bakıyor. Amca kıramamış kardeşini, durumu iyi olmamasına rağmen yardım isteğini geri çevirmemiş de yiyecek bir şey bulmak giderek zorlaşıyor. Kuşçu bu Haşim amca, Diyarbakır’ın en güzel kuşu olan Sultan haricinde her gün bir kuşu kesip yemek yapıyor ondan, geriye kala kala Sultan kalıyor. Zülküf aç, Haşim aç, kuşu ölseler kesmezler ama ölmeye yaklaşıyorlar, çare lazım. Haşim’e yalvarıyor Zülküf, her zamanki kuş avı için Sultan’ı kullanmamalılar, kaybedecekler belki dünya güzelini. Taktik şu: Sultan’ı ayaklarından tutuyorlar, tepelerinde kuşlar dönmeye başlıyor, Sultan yanlarına uçmaya çalışıyor ama kapana kısılmış. Kuşlar birikiyor, bir anda salınan Sultan göğe yükseliyor, sonra aşağı iki üç kuşla birlikte iniyor ama onlara kapılıp gitme tehlikesi de var. Neyse ki son denemelerinde gitmiyor Sultan, derin bir nefes alıyorlar ama o heyecanı anlatamam, kuşa haykırasım geldi, “İn ulan aşağı,” diye. Dertli öykü, sıcak da. Bekir Yıldız’ın çoğu öykü kitabı gibi bir öykü kitabı bu kısacası, “Son Kuş” gibi üç dört öykünün hatırına okunur.
Cevap yaz