Ethem Baran – Kurutulmuş Gül Mevsimi

Kitaba adını veren öyküde Kenan nam gencimizin bahçelerle, çiçeklerle, fal ve astrolojiyle dolu yaşamına Derya’nın bodoslamadan girmesi bunaltıyı arşa çıkarır, şairliği de en az kendisi kadar cılız olan gencimiz arada üfürdüğü dizeleri metne saçar, kurutulmuş gül mevsimini lirizmle dolu yaşamına iğneler çünkü sayısız benzetmeden başka pek bir şeyi raptiyelemeyecektir hayatına, intihar etmek için yuttuğu hapları çiçeklerin rengârenginden başka bir şeyle denklemeyecektir. Şunları yazana kadar zehirlendim resmen, neyi neye benzetmekten yıldım, öykü boyunca neler yaşadım bir ben bilirim çünkü bu bir uzun öykü, uzun öykülerin kötü yanı vasatın altında bir öyküyle karşılaşmışsak bitsin diye beklememiz, bitmesi için okumamızdır ama bitmez, Kenan’ın çilesini güz okyanusunda kaşalotça ısırıklara maruz kalarak hissederiz. Nedir, evinin bahçesinde çok eskilerden kalma bir çocuk koşturmakta, kaygısız günlerin tozunu toprağını genç yetişkinliğin buhranlı günlerine pöskürtmektedir. “Tam önündeki, yaz bahar boyunca en çok yaprağı yüklenen dalın, her şeyini kaybetmiş çıplaklığına baktı: Salt çizgi kalabalığına dönüşmüş dal utangaç utangaç ürperiyordu. Uzansa; kırık, çıtkırıldım çizgilerin bir kısmını asılı durdukları boşluktan silebilirdi; uzanmadı.” (s. 12) Noktalı virgül terörünün yanında dalın utangaç utangaç ürpermesi meseleyi daha da dehşetengiz bir hale getiriyor, aslında hiçbir şey yok ama dil bir şekilde şişiyor, hayal gücü yekinen akşamların gülgûn yüzeyinden sicimsel ardışıklıklarla föştürüyor, daha da neler neler oluyor ama benim aklım almıyor o kadarını, bir tek bahçenin hemen ardındaki tepeye doluşmuş gecekondular çekiyor dikkatimi, bir de Kenan’ın çay sigara yapmaktan sönen ciğerleri ve cortlayan midesi. Şiirler buruşturulup bir kenara atılmış, mutlu yarınlara veda edilmiş ve saat iki kez doğruyu göstermiş, yani Derya’nın adı verilmeden Derya öyle bir anlatılmış ki insan düşünüyor, neden, neden bunca eğretileme, başka türlüsü yapılabiliyorken. Birinin özlemi var piyasada, Kenan gecekondulardan birinin penceresinde görmeye alıştığı insanı anasından babasından başlayarak anlatıyor, sonra hikâyenin ayrıntılarına dalıyoruz. Dalmadan önce, yani Yılmaz’ın Çoço’yla konuşmasını hatırlıyorum ister istemez, Kenan kucağında debelenen kedisi Sementa’ya Derya’yı özleyip özlemediğini soruyor, muazzam sahne. Anası gelip çay sigaradan başka bir şey bilmeyen oğluna yemek yedirmeye çalışıyor ama yok, üzerine kar yağan kısa pantolonlu çocuk düşmüş, dizleri kanıyormuş. Sondan başa dönelim şimdi, çember tamamlanınca yine buraya, başa döneceğiz. Asteğmen elbisesi(?) çok yakışmış oğlana, döner dönmez iş aramış ama bulamamış, kitabını da o zamana kadar maaşından biriktirdikleriyle bastırmış ama çıkmamış bir şey, ev şairi olarak hayatını sürdüren Kenan komşu kızı Derya’ya ders veriyor, ödevleri yapıyorlar birlikte, “Kenan Abi” bir süre sonra olacak bize “Kenan”. Eyvah, bağlama alıp çalmaya başlayınca Kenan iyice sükse yapıyor, Derya’nın gözünde büyüyor. Zamanı gelince kızın anasıyla babasına dümdüz gidecek çünkü dövüyorlar kızı, madde bağımlısı babayla ezgin anne hem birbirlerini hem kızı döverlerken Kenan’ı da dövmek isteyecekler ve Kenan da onları dövmek isteyecek ama Derya’yı dövmek istemeyecek çünkü Derya sevdiği kızdır, gerçi Derya bir zaman Kenan’ı dövmek istediyse de annesiyle babasının da Kenan’ı dövmek istemeleriyle birlikte onlara dönüşmemek için bu isteğinden vazgeçer ama Kenan’ın kendisini dövme isteğine Kenan’ı dövme isteğiyle karşılık verir fakat ne Kenan ne de annesiyle babası Derya’yı dövmek istememeyi akıllarından geçirirler, hasılı herkes birbirini dövmek istemekte ve kimse birbirini dövmek istememektedir ama coşkun dalların gönenen damarlarında tutuk bir su akmakta, dayaklar gökgerdana taş çıkartacak kadar uçuşmaktadır, mahalle inlemektedir o sıra, Kenan camı çerçeveyi indiremeyince kendini indirmek ister ve intihar etmeye kalkar ama beceremez, Derya o sıra şehre inip bilmem nerelerde takılmakta, Kenan’ın aklını daha da uçurmaktadır. Sonuçta Kenan tekrar bahçeye döner, çocuğun takılıp kafayı ağaca gömdüğünü görür ve dövecek kimseyi bulamadığı için bir tekme de çocuğa patlatır. Ne diyeyim, haso çocuktur Kenan, o kadar âşıktır ki tasavvufa, Mecnun’a sarar, cinlenir de Felak falan yer bulur bir bölümün epigrafı olarak abi, bayağı sure var bölümün başında. Are you sure? Düpedüz, dümdüz Kenan. Kahraman sendromundan mustaripliğini şuradan anlayalım, Derya’yla bir kezinde diskoya giderler, sonra kız ortadan kaybolunca Kenan tek başına gider oraya. “Gözleri karanlığa alışınca görmüştü takıldığı şey(ler)i.. Yere uzanmış sevişen bir çift. Oğlan kafasını şöyle bir kaldırıp bakmış, gülümsemişti. Derya’yı kurtarmalıydı bu iğrençlikten. Pistte, sarmak dolaş olmuş, müziğin ritminin tersine usul usul sallanan loş silüetlerin, köşelerdeki kuytu masalarda birbirlerine sokulmuş uyuşuk bedenlerin, tavanda dönüp duran renkli topun yaydığı, sarhoş yüzleri öylesine aydınlatıp kaçan kırmızı, yeşil, sarı, mavi, bir dolu ışığın arasından çekip çıkarmalıydı.” (s. 23) Yani gerçekten o ışıkların arasına kız bırakılır mı, kahpe olur çıkar elbet. Pü be, disko köşelerinde onca uyuşuk beden varken Derya’ya gerek var mı bir de, neçe yaman yıkımdır Kenan için. Hostelin geceliği kaç para olmuş hacı baba, ne bok yiyeceklerdi, public denen nanenin bizdeki bağlamını düşünmek lazım. Neyse, kızı kurtarıyor Kenan, sonrası daha bomba: “Birlikte çıktılar. Kenan’ın bir arkadaşına gittiler. Asansörle yukarı çıkarken Derya yine o çocuksu tavrını takınmıştı. Aynı odada kalmışlardı o gece… Ve Kenan sabaha kadar uyumamış, ara sıra terini silerek onu seyretmişti.” (s. 23) Vay Kenan dost ya, can Kenan dost, yüreğinde ne keder manolyaları kırkyama düşlere bulanıyormuş meğer. “Sevda dergâhının çileli dervişi”, bunu uydurmadım, metinden. Bazen düşünüyorum, bunun cenahla falan da ilgisi yok, yaşamasızlık yüzünden böyle poz keserek dibe dalmaya çalışırken kafayı çat diye kayaya gömüyor metinler, okuru da üzüyor. Kenan’ın badak gençliğini, aşırı hisli dünyasının aslında hiçbir halt içermemesini izlemeye değer kılan ne olabilirdi, vıcık vıcık bir dramı söz konusu etmeden düşünüyorum, bulamıyorum. Sonraki öykülere geçmeye gönlüm yok ama daha yazmam lazım, öğretmeninin elini öpmeye gitmek için dedesini darlayan küçük çocuğun o mübarek sevinci, bayram sabahlarının zortlayan o enfes neşesi bir öyküye sığmıştır, tatile çıktığında her şeyi geride bıraktığını düşünen ama aslında kafasının içindekilerden kurtulamadığı için doğasından insanına her şeyi ıstırap kaynağı haline getiren karakter bir öyküye sığmıştır, taşrada yaşayan bireyin sinemayla imtihanı da sığmıştır ama bu sığışlar taşmaya son derece meyillidir, birbirine benzetilecek o kadar çok şey vardır ki hayran kalırsınız, mesela adamın biri denize girmiştir, çarşafı kırıştırmaya çalışıyordur ama denizin uyanmaya niyeti yoktur, kırışan yerleri anında düzeltir. E az önce uyanmadığını söylüyordu zaten anlatıcı, lekesiz, dümdüz çarşafıyla mışıl mışıldı, tekrarlara düşmek sıradan bu öykülerde. Üçüncüye tekrarlanıyor dalgasızlık sonra, bu öyküden çıkaracağımız tek şey anlatıcının baktığı denizin dalgasız olduğu. Bir de hayatın ahtapot kollarıyla sarıp sarmalaması var, ortada deniz yokken ahtapot nereden çıktı bilemiyorum. Her şey sağdan soldan fırlıyor yani, kafaya gelmesin diye eğilip bükülerek okumalı okur, bitirebilirse bitirmeli. Yazı hâlâ bitmedi mi, bugün başıma gelen ilginç bir olaydan bahsedeyim. Kızgın velinin teki geldi, sabahtan valiye uğradığını söyledi ki inanırım çünkü gözümüzü korkutmak isteyip valiye uğramış olma ihtimali bir yana, gerçekten uğramış olabileceğini düşünmemiz için muhteşem bir sebep sundu bize: çıkarıp o efsane kartını verdi. Cin çıkarma, yıldızname, bağlama büyüsü, ayırma büyüsü, bir dünya şeyle uğraşıyormuş “medyum”umuz. Adam medyummuş ya, kartında öyle yazıyor. Ak limanların gürgen rayihalı sandalları adeta.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!