Birol Tezcan – Ayağına Taş Değmesin

Üç kitaplık öykü, yirmişerden altmış, aşağı yukarı. Tamamını aynı sesle, biçimle yazdıracak motivasyonu merak ediyorum. Sağlam bir formül mü, öyle görünüyor. Tıngır mıngır işleyen, akarı kokarı olmayan dil mi, makul. Toplumsal sorunlar zaten alayında var, önceki kitaplarında da vardı Tezcan’ın, aynı ölçüyle aynı çerçevede, tamam. Yani öykünün öyküyü aşamadığı, zerre değiştiremediği yerde ne işi olur okurun, mesela Tezcan’ın üçüncü kitabını niçin okumalıyız, olursa dördüncüyü? Arkadaşıma aldım ben kitaplarını, parasını gönderdi de ateşledim, vermeden önce okuyayım dedim. Kurşun kalemle not almak için izin istedim, verdi sağ olsun da üçüncü kitapta not alacak bir şey bulamadım artık, inceleme için birkaç yıldız, bolca soru işareti, on yirmi “meh”, bayağı bir “ööf”. İlk öykü müstakil haliyle arşa çıkar ikinci kitabın ilk öyküsü gibi, geri kalanında keçiboynuzu kemir dur. Bu kez konsept yolculuk, her türlüsü, göç edeninden tutuklanmamak için adliyeye gidenine, treninden kamyonuna her türlü yolculuk olayı, aracı, gereci. “Yürür idim ayağım kaydı, düştüm. Eşek tepti, ağladım. Attan düştüm, bir şey olmadı. Römork, dingilini kırarak traktörden ayrıldı, doğruca bir pamuk tarlasına daldı, canım burnuma geldi. Otomobil kaldırıma çıkıp bana çarptı, hastanelik oldum. Otobüse kamyon çarptı, yolda kaldım. Başka bir gün bindiğim otobüs devrildi, bir süre yollara küstüm. Fırtına çıktı, tekne alabora olmadan son anda kurtarıldık. Türbülans en kötüsü.” (s. 9) Yolculukta yaşanacak her arızaya sıradan bir kurgu, her tepetaklaklığa bir hikâye, özeti bu. “Duvar” bu örüntüden kopmayı bilmiş, iyi öykü. Anlatıcının elinde nenesinin şişe dibi gözlüğü var, don lastiğiyle bağlanmış gözlüğün bir ömürlük yükü. Anne tarlada çalışırken nene bakıyor anlatıcıya, ara sıra Musto’sunu anıyor, gülbankını okuyor, bir başına sessizce yaşıyor. İnsanlardan geçmiş, Kurtuluş Savaşı’nda cepheye giden eşini dilinden düşürmemiş hiç, dirlik vermeyen ailesine küsmüş de çocuklarına vermiş bütün sevgisini. Halası geçmişi aydınlatıyor biraz, anlatıcı kendi sorduğu zaman alamadığı cevapların bir kısmını haladan alsa da yetinemiyor, bütün resmi görmeye çalışıyor. Üniversite sınavını kazanana kadar çabaları boşa, arada sırada geldiği zaman da olmuyor, anlatmıyor kadın. Ölmeye yatınca, bir o zaman onca ısrardan sonra, koşup gelen torununa bakıp da yine susmaya gönlü razı gelmeyince bütün yaşamının cevabın ta kendisi olduğunu söylüyor. Gülbank, doğa sevgisi, suskunluk, andıkları, anmadıkları, kırgınlığı, her şey ortadayken görmeyen toruna daha ne diyecek, hiçbir şey demiyor da gözlüğünü bırakıyor geride. Yerleştiği yeri yurt bellemesinin modern versiyonu “Sırtında”da mevcut, Fatma’nın hikâyesinde. Rüzgâr tatlı tatlı esiyor, Fatma yeşilliklerin içinde sakin sakin yaşıyor, Feyyaz’ı toprağa kavuşturuyor arada. Marulu eksik etmiyor önünden, aslında takla bu ama çok bariz Feyyaz’ın insan olmadığı. Geriye dönüşlerde bir tür yaşam alanından bahsedildiği yine ortada, diyalog satın alınacak ürünü güzelleyen satıcıyla alıcı arasında besbelli, ürünün özelliklerinden karavan diye sallarsanız tutar. Sis dağılmıyor Fatma’nın çocukları ortaya çıkana kadar, gizem havası başarıyla yaratılmadığı için üfürükten. Mükemmel uyumu düşünüyorum, tekniği taklayıp alıp öykünün diğer ögelerini gözetmeden yığıvermek kolay, zor olan hikâyeyle, karakterlerin nitelikleriyle birlikte düşünmek biçimi, yoksa her öyküde bilgi eksiğini ters köşe falan yaparak tamamlayabiliriz, façadır da kuşa baktırmaktır, kolaya kaçmaktır. Ben yemiyorum, numarayı görünce soğuyorum hemen. Neyse, çocuklar gelince hemen annelerinin ne halt ettiğini sorar erkek olan, Fatma gönlünce yaşamaya başladığını, çok mutlu olduğunu söyler. Dandik bir bahis: oğlan babasının “gitmediğini”, “öldüğünü” söyler ama anne duymazdan gelir, bildiğini okur. Sahnelenen bir çatışma, klişe. Espriler şakalar, bir yerde “gülerler”, hemen sonra “hep birlikte gülerler”, komiklik sırasında güldüklerini ısrarla söylemek bunların aslında yazarın iplerini hoplattığı kuklalar olduklarını gösterir. Kukla gösterisi bu, öykü değil. “Yol ile Uslanmayanı Etmeli Tekdir Tekdir ile Uslanmayanın Hakkı Eşektir” adının tersine iyice bir öykü, vallahi Tezcan’ın espri anlayışının tozlarını alsak öksürükten iki kat oluruz. Anlatıcı eşek temelli, eşeğe varan, eşeğe teğet geçen ulaşım maceralarını anlatıyor bu öyküde. Yaşamdan parçalar, yine epizodik. Çocukluğunda tezek toplarmış anlatıcı, hayvanların peşinden gidip kurusunu alır, yaşını başkalarına bırakırmış. Boklar kavga sebebi, ilk görenin kim olduğu itiş kakışlar belirleniyor, bizimki eşek sırtında tezek arıyor. Malumata dikiz: “Eşeği sıpasından ayırmak kolay değil. Ya yularından çeke çeke, ardından ite ite zorlayarak götürürsün, ya da evden uzaklaştırana kadar eşeğin gözlerini bağlarsın. Evden uzaklaşınca da eşeğin gözlerini açarsın. Gözlerini açtığın anda da başına nasıl büyük bir bela açtığını anlarsın. O eşeği zapt etmek neredeyse imkânsızdır. Gitmez de gitmez.” (s. 35) Eşek tepikler, yaralı yaralı tezek toplar anlatıcı, dert. Askerliğe geliyoruz, Kıbrıs’a uçakla veya gemiyle gitmenin avantajları, dezavantajları, bir dünya bilgi topağından sonra anlatıcı atlıyor gemiye, yallah Kıbrıs’a. Vapur sallanıyor, eşeğini hatırlıyor anlatıcı, o da sırtından öyle atmaya çalışırmış. On dört saat yolculuktan sonra Lefkoşe’ye inmesinin eşekle değil de doğrudan hayal gücüyle ilgisi var zira Lefkoşe’nin denize kıyısı yok. İşte, askerlik zor, nöbette eşek gören adamımız ağlamaya başlayınca dalga konusu olmuş da anasını, babasını, olduğu gibi köyü özlediği için eşeğin önemi ortaya çıkıyor burada. Eşek bütün temsil ettikleriyle bir eşekten fazlasıdır bazen, iki eşek hiçbir anlam ifade etmezken bir eşek bütün dünya demektir. Evet. Sonraki fragman tren yolculuğundan, anlatıcı üniversite öğrencisi o sıra, yurtta kalıyor, evine trenle gidip geliyor. Kompartımanda karşılaştığı çocuk çok gergin, kesin bir sorun çıkacak ki çıkıyor, kondüktör bilet kontrolü için geldiğinde bizimkini enseliyor, ilk istasyonda indiriyor. Garibanlık anısı. Öykülerin çoğunda vardır. Şöyle facialar da vardır: “Bu günlerde freni boşalmış bir otobüs gibi geçiyor zaman. Çığlıklar, ağıtlar birbirine karışıyor. Ağaçlar kesiliyor, dereler kurutuluyor, hayvanlar öldürülüyor, kentler boşaltılıyor… İçinde insanlar varken bodrumlar yakılıyor… O bodrumlara, ‘Aşk Bodrumda yaşanıyor güzelim! Bodrumda Mutlu Son!’ yazılıyor… Direnenler var elbet ama yine de çoğumuz susuyoruz. ‘Bana dokunmayan yılan bin yaşasın,’ şiarıyla susuyoruz. Böyle bir suskunluğu yürek kaldıramaz, biz kaldırabiliyoruz.” (s. 40) Şunu yapmamak lazım ya, yüzde birini dahi yapmamalı, Twitter’da yazmalık cümleleri metinlere sokmamalı. Tüylerim diken diken oldu okurken, “Ben Beni Boş Verince Hayat Ne Güzel”de toparlandım biraz. Anlatıcının sevgilisi bir mesajla bitirmiştir ilişkiyi, mesajla biten ilişki sinir bozucu olduğu için anlatıcı kapar bileti, sevgilisinin yanına. Parayı evlere temizliğe giden ablası vermiştir, verdiği için işsiz eşinden dayak yiyecektir muhtemelen ama olsun, dallama kardeşinin işi görülsün. Kardeş trende boş kompartımana oturur, yanına oturan yabancıyla sohbet etmeye başlar. İhtiyarcadır yabancı, gönlünden geçeni yaptığı için kendini insan bellemiştir zira kızını çekip vurmamıştır geleneğin söylediğinin aksine. Amçolisiyle evlendirilen kız mutsuz, evden kaçıp sevdiğinin yanına varınca ihtiyara görev biçmiş abisi, gidip kızı öldürmek. Kız çulsuzun tekine kaçmış da seviyorlar birbirlerini, baba kızına kıyamıyor, dönüşte de bizim dallamaya rastlayıp hikâyesini anlatıyor. Böyle bir öykü daha var, karşı mahallelerin insanları toplu taşıma aracında bir araya geliyorlar da yükleniyorlar birbirlerine. Eh. Ben sözümü yerine getirip aldım kitapları, bunu okumazdım ama madem elimde. Tezcan’dan başka bir şey okuyacağımı sanmam.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!