Enis Batur hareket çekmiş ama çekmeden önce telefonlara bakmamış, yok dedirtmiş, bir şeyler. En sonunda harekete varmış mevzu nedense. Tosuner’in bir iki veya sadece bir metni YKY’den çıktı, gerisinin gelmemesi bir şeyler olduğunun göstergesiydi, Tosuner de pek değinmiyor bu meseleye, geçiştiriveriyor. Sonra başka bir güne, başka bir yazıya atlayınca Batur’u affettiğini söylüyor. Mesele nedir? Magazinsel başlangıç yakışır mı böyle bir derinliğe? Yazılardan, Tosuner’den bahsediyorum ve doğru düzgün başlıyorum artık, Batur olayındaki gibi pek çok soru işaretinin olduğu başka meseleler de var, değinip geçeceğim. Öncelikle şunu söylemeli, bu bir kitaptır. Ödüllü bir deneme, eleştiri, izlenim, yorum kitabıdır, Tosuner’in nadide üslubunun yanaştığı kıyı veya kıyılar neyse odur veya onlardır. Genellikle şöyledir ama: Başlangıçta nefis anılarına yer verir Tosuner, yaşadığının veya şahit olduğunun özünü çıkarır, sunar, ardından ele alacağı kitabı, meseleyi, kıyıyı özün yanına kondurur. Mesela bir gün Hulki Aktunç’un aradığını, tüm şiirlerinin yer aldığı kitabın adını “Firak” koyduğunu söyler. Beğenmez Tosuner, doğrudan söyler ki bu doğrudanlığın acısını azaltmak için lafı tatlı tatlı çevirdiğini de anlarız yazılarında, inceliktir. İşte, bir anlık sessizlik, sonra adı bir Tosuner’in beğenmediğini söyler Aktunç. “Ayrılık” varken neden “firak”? Tosuner’in Türkçeye düşkünlüğü çünkü. Buradan Fethi Naci’nin Tosuner hakkında hiçbir şey yazmamasına geliriz, sonraki durak Yalnızlıktan Devren Kiralık için Naci’nin yazdığı güzel yazıdır. Tosuner bir gün Naci’ye sorar, Naci denk gelmediğini söyler. Bazı metinlerin zamanı var gerçekten, eleştiri dahil. Buradan sonraki durak da Barış Bıçakçı’nın bir metninden Habib Bektaş’a aktarma, ikisi de çocukları pek hoş anlatıyorlar. İki yazardan da birkaç şey okuduğuma göre kendimce akıl yürütebilirim, Bektaş kırsalın ve kentin çocuklarını bulundukları ortama göre canlandırır, kurgular, çocukla çocuk olur, Bıçakçı’da eğleşme pek öyle görünür değilse de çocuğun büyüsü oradadır, sezilir. Benzerler, evet, keşke Bıçakçı kadar okunsa Bektaş da. Her neyse, sırada Onur Caymaz var, onun bir metni ve Bıçakçı’nın bir metni ve Bektaş, yanında Tosuner’in değinmediğim anıları, oldu bize okunası bir edebi günce. Mesela, “Neyse, oraya var biraz daha…” der Tosuner, oraya gelene kadar yakın geçmişin edebi kişiliklerinden, olaylarından bahseder. Hüseyin Peker’i ele aldığı bölümde, pek çok bölümde yapar bunu ama öyle kuru kuruya değil, en sonda söyleyeceğini belki en başta söyler, gerisini merak ettirir. Peker için söylediğidir: “Kendini yemeye doymak bilmeyen adam!” (s. 208) Oraya varana kadar başa neler gelmiştir, işte, ikinci kitabı çıkmıştır Tosuner’in, Asım Bezirci metne yakınlık göstermiştir, hatta yanlış hatırlamıyorsam “acemi güzellik” mi demişti, öyle bir şey. Tosuner’le görüştüğüm zaman bu lafın edebiyat ödüllerinden daha değerli olduğunu söylemişti, o kadar etkilemiş. Sonra işyerine bir telefon, Bilge Karasu arıyor, haftada bir evinde yapılan toplaşmalara çağırıyor Tosuner’i. Âlâ! İlk gün insanların sakatlıklarına göre farklı davranışlar geliştiren insanlardan bahsediyor, gözler Tosuner’de. Körlükten daha beteri olduğunu söylüyor ve bekliyor, gözler üzerinde, kendi kamburuna mı dayanacak? Yapmaz, metinlerinde tamamen buna yaslandığı görülmemiştir, meseleyi farklı açılardan ele almıştır, söylemesine de gerek yok, Tosuner’in okurları bilir bunu ancak. Eh, Tosuner buna dayanmayacak, körlükten daha beterinin nankörlük olduğunu söyleyerek başka bir noktaya getirecek yazısını. Bu ikinci kitap üzerine R. Tomris’in, Tomris Uyar’ın bir yazısı Yeni Dergi‘de çıkmıştır, Tosuner yazının söyleyiş biçimine kızmıştır ve kırılmıştır. O kızgınlıkla yazdığı karşılığı aynı dergiye gönderir ama yazı basılmaz, birkaç aydan sonra İstanbul’a gittiğinde Memet Fuat’a uğrayan Tosuner yazının neden basılmadığını sorar. Fuat o yazının yazı olmadığını, hakaret mektubu olduğunu söyler, o yüzden basmamıştır, üstelik Tosuner “Memet Ağabey”in o yazıyı basmayarak büyük bir iyilik yaptığını da söyleyecek kadar incedir, ne güzel. Hüsamettin Bozok ikinci kitabı basarken 1.500 lira almıştır Tosuner’den, sonra iki taksit halinde ödemiştir, bütün bunları anlatmasının nedeni Tosuner’in bu iki güzel insana nankörlük yapmak istemeyişidir. Nankörlük tamam, Peker? Beyazıt’ta toplaşan bir tayfa, Soyut‘un etrafı. O günlerde aralarında en genç duran Peker’dir, şiir denildiğinde veya kendi şiirinden bahsedildiğinde heyecandan delirir. Sonrasında Peker’in şiirlerine değinir, hatta boşanmayla ilgili birini de olduğu gibi almıştır Tosuner ama öykülerine de değinseymiş keşke diye düşünürüm ben, gerçi aldığı şiir “Boşanma” da bir öykü sayılabilir ki türlerin sınırları da geçilmez değildir, hatta çoğu Peker öyküsünden daha öyküdür bu şiir. Yine magazin: Tosuner 2004’te yazmış bu yazıyı, bir süre önce boşanmıştı. Peker’in boşanması pek çok metninde karşımıza çıkar, ben de bir süre önce boşandığıma göre bu şiiri sevmemek için elde sebep yine varsa da Peker edebiyatımızın belki de en “underrated” insanlarındandır ve şiirleri iyidir, bu şiiri özellikle iyidir, neden sevmeyelim bu güzel şiirini de? Sevdik gitti. Şöyle bir şey de var, Trendeki Yabancı için öykü araştırırken aklıma hemen Hüseyin Peker geldi, neden bir öyküsünü yollamasın? Facebook’tan ulaştım, orayı aktif kullanıyor, derginin olayını pek çözemedi zannediyorum ama var olsun, bir öykücüğünü gönderdi. Geçtiğimiz sayılardan birindedir o öykü, benim için de unutulmaz bir anıdır.
Birkaç yazı daha, bitsin. Seyit Göktepe’nin Defter ve Çikolata‘sı geçmiş eline Tosuner’in, fikrince Göktepe’yle aynı yaşta. Octave Mirbeau sanat bağlamında sanatçının yaşının önemsiz olduğundan bahseder bir metninde, Ahmet Haşim acaba Mirbeau’nun o metnini okumuştur da oradan mı almıştır aynı fikri, merak ederim ama sanatçının yaşı yoktur gerçekten, sanata duyulan tutku vardır, kâfidir. Bu yüzden aynı yaştadırlar işte, hatta Tosuner’e göre ilk kitaplar karşılaştırıldığında Göktepe kendisini epey sollamıştır. Tartışılır, ben Tosuner’den yana oy verirdim ama Göktepe’nin metni de anılmaya değer. Tabii dikenlerden bahsetmeden olmaz, Tosuner bazı kırıklardan da bahsediyor ki eleştirinin neliğini merak edenler için ders niteliğinde yazıları çıkıyor ortaya. Onca övgü iyi, sonrasında gelen: “İşlevsel olmayan biçimsel ‘özellikler’, bir ‘zıpırlık’ olarak çıkıyor karşımıza. Bir yazar, her bulduğunu, bir ‘buluş’ diye okura sunar mı?..” (s. 200) Harfleri sıralamak diyor Tosuner, sonra tersinden sıralamak bir de, buluş mu? Kafa patlattığım bir şey, dünyayı metin olarak gördüğümüz zaman böylesi bir buluş gayet doğal bir şekilde kendiliğinden çıkar ortaya, Tugay’ın Orhan Pamuk’a Satmak İstediğim Roman‘ında aynadan yansıyan bir yazının tersliği örneğin. Böyle olmalı olacaksa, karakter görür veya anlatıcı görür, kimin gördüğü önemli değil ama “görür”, söz gelişi dokuz taş oynarken ortada sıçana döndürmez meseleyi. Şunu da almalıyım: “Kitabı okurken kapılmış gidiyorsun, ‘Vay be!’ diyorsun. Sonra, ‘pat!’ diye bir şey çıkıyor karşına, ‘Yapma, Seyit!’ diyorsun.” (s. 201) Mevzubahis metni okurken hissettiğim tam da buydu ama Tosuner’in biraz hafif bir eleştiri sunduğunu düşünüyorum, belki o zamanların genç yazarını yüreklendirmek için.
Başka mevzular var, şurada anlattım, meraklısı bakabilir. Edebiyatla öyle veya böyle uğraşan herkesin okumasını isterim bu yazıları, illa el verecek biri lazımsa Tosuner’in eli uzanıyor okurken. Asım Bezirci öyle demiş, ben “samimi ustalık” diyeceğim.
Cevap yaz