İplikçi’nin üçüncü kitabı, ilk iki kitaptaki öykülere kıyasla daha oyunlu, imgeli bir anlatımın yanında tahkiyeye odaklanmış bir iki hikâye de var, yazarın öykü dünyası genişlemeyi sürdürmüş. Problem şu ki anlatıcının niteliği ne kadar değişirse değişsin dilin kullanımı değişmiyor. Kahramanların anlatıcılık görevini üstlendiği öykülerde karakter özelliklerine göre belirlenen bir üslup var, tutuyor, sürekli tekrar eden belli kalıplar olsun, paraya düşkün kodamanların bilinç yapısını yansıtmak için kullanılan düşünce kalıpları olsun hoş, yine de bu öykülerde anlatıcı değiştiği, dış sesi duyuran anlatıcı ortaya çıktığı zaman anlatım kalıbı da kendini çokça gösteriyor, dış anlatım kahramanların anlatımıyla uyuşmuyor, akış doğallığını yitiriyor. Kurgu itibariyle zor öyküler, geçişler çok keskin, bu farklılık belki takibi kolaylaştırıyor ama parçaları birbirine ucundan değen eklektik bir yapı çıkarıyor ortaya. Zevk meselesi, böylesi “gergin” öyküler bana gelmiyor sanırım, çok öznel bir şey. Yazarın önceki kitaplarında kurmacanın ögeleri arasındaki denge daha sabit bu kitapla kıyaslayınca, yine oyunlu ama daha oturmuş bir yapı var onlarda.
“Şamatalı Yolculuk” ilk öykü, birkaç bölümden oluşuyor, ilkinde etrafı Barut Kadir ve adamlarınca sarılı bir adamla kadının konuşmaları. Birbirlerini sevdiklerini söylüyorlar, sonra uzaklardan polislerin sesi, Barut Kadir’in, adamlarının ve adamla kadının etrafı sarılmış durumda. Senaryo bu, iyi giyimli bir çiftin tren rayları üzerinde “son” yazısına doğru yürümeleriyle bitiyor. İkinci bölüm, kıçına şaplak atılan bebeğin gözünden. Susuyor, sustukça ebenin şaplakları iniyor. Kirli beyaz fayanslardan hayatının seyrini, rengini belirliyor bebek, dilsiz kalıyor, konuşmuyor, doğum sırasında annesinin ölümü de etken. Şehla gözlü ebe bebeği evine götürüyor, kızlarını tehdit ediyor ki bebeğe bir şey yapmasınlar. Birlikte büyüyorlar, sonra kızlardan Güllü on dördünde evlenip gidiyor, dayakçı kocasından çekeceği var. Zaman hızla akıyor, çocuklar evleniyor, hikâyeleri öyküye giriyor. Ebenin evlenmek istediği Ramazan Efendi’nin çocuklar yüzünden yan çizdiğini öğreniyoruz, zamanın çizgisinde bir çukur, bir kez düşülüyor buna. Sonrasında bebek büyüyor, Niyazi Usta’nın yanına veriliyor. Cılız mılız, bobinlerle iş görüyor bir güzel, bobinlerin rengini kızlardan Şaziye’nin sinirli yüzüne benzetiyor, karakterin geçmişle şimdisi iç içe geçiyor. Beş yıllık sıkıcı bir düzen, ardından Şehsuvar çıkıyor ortaya. Birbirlerini seviyorlar, o iki artiste benziyorlarmış iplik fabrikasından el ele çıktıkları zaman, bir ray eksik. Basıldıkları zaman yedikleri dayağı hangi filmde aramalı, sağlam bir dramda. Başka bir bölüm, Kırık Kalpler‘in işaret ettiği iki hüzünlü çocuk, film çekimini basan polislerin sanat katliamı, bindiği taksiyi köprüde durdurup intihara meyillenen anlatıcı. Bebek değil artık, kalbinin yüzeyi onca ağırlığı taşıyamayacak kadar incelmiş. Kameraların çektiği varsa o ânı, suçsuzluğu, sessizliği kaydedemeden çekmiştir ne varsa. Bu öykü de o kamera gibi biraz, teknik ön planda, hikâyeler geride.
“Zararsız Bir Ankara Yolculuğu” üç noktanın ardından başlıyor, anlatılmış bir metnin devamında Şefika Teyze, Sedef ve Selin’in tren yolculuğu, duraklarda italiklenen anlatı dalları. Kadınların kendi aralarındaki sohbetler, evlilikler yaşamından vurulan demler, esip gürleyen Şefika’nın trende süt dökmüş kediliği. Haydarpaşa’dan ayrılırken yine Şefika’nın yüreği, yaşamı, değişimin hayatındaki önemi. Trendeki hayatların kesişimi rayların insanları birbirlerinden başka bir yere çıkarmamasından. Gebze’de biletleri isteyen kondüktörden yirmi yıl önce Eskişehir’den ayrılan, annesini geride bırakan anlatıcıya varan bir yol var, sürüyor, Şefika’nın felsefeci kocasından kaptığı dille söyledikleri pek hoşuna gidiyor, tek bir şey hariç hayattaki her şeyini ona borçlu. Adapazarı, Eskişehir, duraklar geçtikçe Selin’le Sedef Şefika’yla kıyaslıyorlar kendilerini, özellikle Selin. Ayakları üzerinde tek başına duran bir kadın olarak yaşamak istediğini söylüyor, Şefika’nın her şeyi borçlu olması ödenemeyecek bir minnetin izini açığa çıkarıyor, sonrasındaki yalnızlığın şiddetin yıkıcılığını da. Şefika’nın pek bir şey verdiği söylenemez, kocası Faruk’tan almış neyi varsa, yalnızlığını ve yaşlılığını. Korkutucu, Ankara’ya vardıklarında elde kırık camdan bir kalp, italik anlatıcı yolculuk boyunca geçmişini biriktirerek bir kalp haline getirmeye çalışsa da nafile. Macun, çerçeve, toz, geriye kalanlar bunlar.
“O Yaz Hepimiz Bitlendik”, Şen’in Edirne’den, anlatıcının teyzesinin evinden getirdiği bitlerle başlıyor. “O yazdı. Şuracıktaydı bütün anılar, her şey yanı başımızdaydı.” (s. 37) Sarılığa yakalanmış Şen, hastanede yatıyor, aradan Sinan çıkıyor, anlatıcının evlenmek istemediği Sinan, anlatıda şöyle bir adını andırıp kayboluyor. Anılar anıları açıyor, dayının önayak olduğu lunapark gezisine geçiyoruz, Şen’le anlatıcı kuyrukta bekliyorlar, bilet alacaklar, çocukluğun kuşattığı her şey gibi o anlar da çok güzel. Korku mağarası hemen önlerinde uzanıyor, içeriden çığlıklar geliyor, her şey neredeyse gerçek, neredeyselik korkulacak bir şey olmadığının kanıtı. Korkudan korkuyorlar, girseler damarlarındaki adrenalin dinecek. Tam tersi, vagon raydan çıkıyor, Şen çığlık atıyor, yuvarlanacaklarken uçta duruyorlar. Dayıya çığlıklar, kimse duymuyor. Duvarlarda şekiller beliriyor, gerçek olan hangileri? Şen orada değil artık, gözlerinde ak bir renk, baygınlık, ölüm korkusu. Ölümün keşfedildiği an belleğe sıkıca tutunmuş, başka ölümlerle birlikte. Mahallede kasabın oğlu Güven araba çarpması sonucu ölünce anlatıcı başsağlığına gidiyor, tam bir yıl sonra. Anlatıcının adı Emel, manyak olduğunu söyledikleri zaman adını da söylüyorlar, bir tek burada. Güven’in annesi Emine Teyze karnını ovuşturuyor ziyaret sırasında, gidenin yerine yeni bir Güven geliyor, döngü sürüyor. Emine Teyze, anlatıcının abisi, Şen, ölen kim varsa Güven olayındaki huzur geri gelmiyor ama ölüm kifayetsiz olmaktan çıkıyor anlatıcı için, dile getirilebilir forma kavuşuyor, anılarla birlikte ölümün duygusu da sürüyor. Babanın siyasal girişimleri, anlatıcının bitleri yüzünden Nihat’ı Gamze’ye kaptırması, hepsi aynı anda yaşanmış gibi anlatılacak, zamanlar arasındaki geçişin kerterizi bitler belirleyecek, herkesin bitlendiği yaz bütün bir yaşam için kırılma noktası özelliği kazanacak. Birden fazla kırık, anılar görünüyor aralarından.
“Bizden Biri” adlı öykü diğerlerine göre daha çizgisel, belleğin yarattığı gerçeklik algısının çok parçalılığından uzak, bütün duruyor. “Allah kahretsin” ikilemesi sık sık karşımıza çıkıyor, sinirlenen patronun etrafındakilerle kurduğu çarpık ilişkilere bakıyoruz. Çalışanlarından biri yanına gelip maaşlardan bahsedince köpürüyor adam, ülkenin son on gündür nasıl bir ekonomik sıkıntı içinde olduğundan bahsediyor. Bir kurşun kaç para, belli ki bilmiyor çalışan. Yemiyor zaten patron, özgür birey rolü yapan çalışanının ağzının payını veriyor. Yıllarca kahrolsun sermaye diye bağırmışlar, sonra sermayenin parasını yemişler, patron sayesinde geçinebiliyorlar. İstemeyen gidecek, bunu da söylüyor patron, Muzaffer. Alt sınıftan geldiği belli, bir tanıdığının yardımıyla iş buluyor, gerçek bir Müslüman gibi hissetmeye başlıyor kendini. Sekreteriyle birlikte olması, maaşları ödemeyip repoyla uğraşması sorun değil, kendini nasıl gördüğü önemli. Sekreter Hande’nin kariyer basamaklarını üçer beşer çıkmaya ihtiyacı olduğu için Muzaffer ideal bir patron, mutualist ilişki Hande’nin bir gün ansızın gitmesiyle sona eriyor ve Muzaffer’in tek takıntısı doğuyor böylece, herkese yardım etmek isteyen patron başta kendine, sonra herkese yalan söyler hale geliyor. Kadınların boynunu sıkmalı, Hande’nin öcünü nasıl alsın başka? Allah kahretsin.
“Yönler” ve diğer öyküler de pek hoş, Kafka’nın bürokratik kabuslarından esintiler, erkek egemen ve hastalıklı bir toplumda hayatta kalmaya çalışan kadınlar var, hoş. Okunmaya değer öyküler, denk gelirseniz.
Cevap yaz