Samatya, birkaç ev, birkaç insan, dokuz öykü. Overlok makinesinin ayağa geldiğini duyuran anonsun bağladığı anlatılar. İlk öykü “Ceylan Yürüyüşü”, Reyhan Hanım’ın serencamı. Halı, kilim, paspas kenarına yapılacaklar duvarlardan yankılanıyor, günlerden pazar olsaydı sese Samatya sahilinin mangalcılarının pişirdiği et kokuları da karışacaktı, mahalleye dair detaylar bir bir ortaya çıkacaktı, semtin sosyal yapısına dair bilgilerle kurulan bir yaşam alanının belirtileri. Babalarını kandırarak evden çıkabilen kızlar, sahildeki aletlerle spor yapan kadınlar, banklarda sevgililer, Samatya için tipik bir manzara. Reyhan Hanım da spor yapanların arasında, günlerden pazar olsa kalabalıktan yer bulamayacaktı ama hafta içi o kalabalık yok, Hanım yürüyor, aletlerde zaman geçiriyor, üstelik kadınlar evlere kapanıp kocalarına hizmet etmedikleri için bir araya gelip muhabbet edebiliyorlar. Samatya’ya istimlak uğramamış henüz, hastane yapılmamış, televizyonda Türkân’la Cüneyt’in filmi. Kadınlar Türkân, erkekler Cüneyt o zamanlar, ilişkiler televziyonda göründüğü biçimiyle yaşanıyor, modeller belli. Reyhan küçükken babasıyla pek sevmediği anası Nebiha Hanım’ın yanına veriyorlar Reyhan’ı, eve ekmek getirsin de ailenin yükünü azaltsın. Nebiha Hanım iyi biri, lokum ikram ediyor hep, kabız olmasa daha iyi biri olabilir, Reyhan parmağını kadının kıçına sokarak bokları dışarı çıkarmakla uğraşmazdı ama yapacak bir şey yok, anne de aynı eve temizliğe geliyor, Nebiha Hanım onu da doyuruyor. Fakirler ne kadar yerse doymazmış, bunak Nebiha kasten kırmak için söylemiyor bunu, iyilik yaptığını düşünüyor. Duygusal açlığı doyuracak bir şeyi yok ama, annesinin orospuluğundan rahatsız Reyhan. Babasının en yakın arkadaşıyla el ele yakalıyor ikisini, babasına söylemiyor, küçücük kızını el kapısında çalıştıran adama oh olsunmuş. Reyhan hanımefendi olma hayalleriyle yaşamaktan memnun, filmlerde sihirli ellerin değdiği köylü kızlarının zengin, görgülü insanlara dönüşmesinden etkilenmiş, her bir repliği kendine yontarak yeni bir Reyhan’ın hayalini kuruyor. Öyle biri girer mi hayatına, Reyhan da mutlu olur mu? Nebiha Hanım’ın oğluna yüz verse? Babası keser, zamanını bekliyor. Karşı komşunun oğlu, istimlak sonrası yeni taşındıkları binada yaşayan ailelerden biri beğeniyor Reyhan’ı, halkalara isimler yazılıveriyor. Samatya’da piyano hocası yok, etiket kaidelerini öğretecek Ermeni hocalar da filmlerde var bir, o zaman evlensin Reyhan. İki çocuk yapsın, aynı semtte yaşlansın, şişmanlasın, durağanlığa alışsın. Yataklar ayrılınca aklı başına geliyor, kocayı evden kaçırmamak için zayıflamalı, güzelleşmeli. Parklar, yürüyüşler bu yüzden. Eşi spor yapıyor, gençler gibi giyiniyor, bir işler peşinde ama ne? Takipler başlıyor, mahalleden genç bir oğlanla görüyor adamı. Otellere girip çıkıyorlar, banklarda yan yana oturuyorlar, şaşıyor Reyhan, olabilir mi öyle bir şey? Olmuş basbayağı, bari âlem görmese. Spora devam, belki genç adamdan yüzünü çevirir kocası.
Öykü hoş ama virgül terörü yüzünden okunamıyor başlarda, noktalı virgüllerle virgüller olur olmadık yerlere konmuş, dur kalk yapmaktan zihnin temposu bozuluyor, okuma edimi işkenceye dönüşüyor. Bunun dışında diğer öyküler için anlatının mekânsal düzlemi hazırlanıyor, benzer izlekler üzerine kurulmuş öykülerle anonsun mahalledeki yaşamları birer birer ortaya çıkarmasını izliyoruz. Belli bir saatten, belli bir öyküden sonra overlok makinesi ayağımıza gelmiyor artık, ortadan kayboluyor, ilerleyen zamanı göstermesi açısından hoş bir detay. İki öyküde yer alan bir ortaklıktan da bahsedilebilir, ıslak perdelerin saksı toprağına bulanıp kirlenmesi umut dolu bekleyişlerin, davranışların kaçarsız biçimde olumsuz durumlarla sonlanmasını imliyor. “Fesleğen”e bakalım, Sibel banyodan çıkıyor, yıkanmış, başını camdan çıkarınca görebileceği denizi, yürüyüş yapan Reyhan Hanım’ı düşünüyor. Pazar günleri bekar kadınların bunalıma girmesi için icat edilmiş, Mehmet’ten haber beklediği için daha da beter durumda Sibel. Evi dip köşe temizlemiş, kahvaltılık hazır. Mehmet? Haber yok, adama ulaşılamıyor zaten. Filmlerdeki gibi. Hep mutsuz insanlar var filmlerde, neden onlara benzemeye çalışırlar ki? Aşk ulaşamamaktan başka bir şey olamaz mı, ulaşmak mesela? Tek tip aşklardan bıkmıyor insanlar, nasıl kodlanmışlarsa öyle yaşıyorlar, her türlü mutsuzluğu kan revan çekiştirerek, geleceğe taşıyarak, yük üzerine yük sırtlanarak varıyorlar günlere ve gecelere, ne korkunç. Detaylı bir bekleyiş, Sibel’in fön makinesini prize takışı, akademisyenliğinin seyredeceği yol, akıldan çıkmayan film sahneleri, telefona gelen GSM operatörü mesajları sıkış tepiş, arka arkaya hepsi. Temeller ortada, yirmi yedi yaşındaki Sibel ikinci kadın, Ayşe’yle birlikte yaşayan Mehmet’in ikincisi, belki üçüncüsü, dördüncüsü de olabilir, adamla ilk geceden seviştiği için pişman, ipleri adama verdiğini düşünüyor. Ayşe’den ayrılsa da birlikte olsalar, hayal kuruyor durmadan. Neyin hayali, kendi de bilmiyor. Sevişme, karizma üzerine inşa edilmiş bir gelecek, başka hiçbir deneyim yok, kendi düşleminin cenderesinde boğuluyor Sibel, aslında metindeki bütün kadınlar aynı biçimde boğuluyor, bu onları tipleştiriyor, sanki birbirinden farkı olmayan pek çok tipin yaşamlarına tutulmuş merceklere bakıyoruz, aynılık boğucu. Döngüden kurtulabilen, üç boyutluluğu hak eden karakterler yok ne yazık ki, Samatya’da yaşayan insanların kaderi acı çekmekmiş gibi. Küçük Paris Fena Öksürüyor‘ü tavsiye edeceğim ben, Samatya’nın bir de o hali görülmeli. Neyse, Ayşe’nin anlatıldığı öyküde bu kez içeriden bakarız, Mehmet’i elinde tutmaya çalışan Ayşe’nin uğraşlarını, stalk manyaklıklarını görürüz. Bir insanın hayatını “ele geçirmek” sevgi göstergesi olarak anlaşılır, Ayşe de diğer kadınlar gibi kendine güvenmeyen, iletişim kurmaya isteksiz, sosyal medya üzerinden kocasının ne yaptığını takip eden tiplerden biridir. Başka bir öyküde kan verme bahanesiyle hastalık kapıp kapmadığını öğrenmeye çalışır, Mehmet’le korunmadan seviştiği ve adamın birkaç kadınla birlikte olmaya devam ettiğini bildiği için Kızılay’a gider, sırasını beklerken yan koltukta oturan adama kişilik biçer. Sırf kötü giyindiği için adamı ırz düşmanı, zevksiz, pespaye olarak niteler, o sırada kendisine verilen uyarı metnini okur. Her bir madde için bir paragraflık düşünce, halka eklenen zincirler gibi uzar öykü, Ayşe’yi o öykünün sonunda bırakırız, bir daha karşımıza çıkmaz.
Son öyküde Sibel’i ve ev arkadaşlarından ikisini görürüz, Nergis de başka bir erkek tarafından ekilmiş, hayalleri suya düşmüştür, iki şişe şarapla döner eve. Sibel’le içmeye başlarlar, diyaloglar uzayıp gider, diyalog ve iç monolog üzerine kurulmuş bir öykü bu. Birbirlerine içten içe düşmanlık beslerler, laf sokarlar, kendi acılarını ortadan kaldırmak için diğerininkileri uyandırmak zorunda olduklarını hissederler. Bir süre sonra Elif gelir, İngiltere’den yeni dönmüştür, patronunu aşk acısından kıvrandırmak için işi gücü bırakıp ansızın gidişiyle herkesi şaşırtsa da tutunamayıp geri dönmüştür nihayetinde, muhabbete ortak olur. Sibel’le Nergis’in adamları bir yana, Elif’inki şeker gibidir, âşıktır en başta, Elif’in çarpık düşünceleri ve kaprisleri yüzünden mutsuz olmuştur, daha da kötüsü Elif’in kendi de mutsuzdur. Ergenliklerinde karşı cinsle sağlıklı ilişkiler kuramayıp sosyalliği modeller üzerine inşa eden üç kadının düşmanca konuşmaları en sonunda tatlıya bağlanır, Sibel kendinde güç bularak arkadaşlarına cesaret verir, adamları düşünmeyeceklerdir artık. Telefonlar bir kenara konur, hayatlarını yaşamaya başladıklarını hissederler. Son.
2012 Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü almış bu kitap, ödüllük olduğunu düşünmüyorum. Türker Ayyıldız aynı yıl başka bir ödülü kazanmış, mesela onun öyküleri dil, anlatım, atmosfer açısından muazzamdı. Şahiner iyi bir anlatıcı, kurduğu atmosfer de iyi ama öykülerin anlatımı o kadar tekdüze, dil o kadar düz ki bir süre sonra ekşi bir tat kalıyor zihinde. Okunsun tabii, evlerin ve sokağın sesi var öykülerde.
Cevap yaz